Sunday, December 23, 2007

TSK, Enver Paşa'ya sahip çıktı - Cumhuriyetin rejim olarak geçmişi tamamen inkarına karşılık, siyaseten geçmişine sahip çıktı

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=288238


Taraf , 23 Aralık 2007


TSK, Enver Paşa'ya sahip çıktı



Genelkurmay'ın Sarıkamış Harekâtına dair yayımladığı yazıda "Plan başarılıydı ancak iklim şartları nedeniyle bu sonuç yaşandı" değerlendirmesine tarihçiler karşı çıktı.

23 Aralık 2007 14:20

TSK, Enver Paşa'ya sahip çıktı

Kurtuluş Tayiz'in haberi

GenelkurmayBaşkanhğı'nın 22 Aralık 1914-15 Ocak 1915 tarihlerinde yapılan Sarıkamış Harekâtı'na ilişkin internet sitesinden yayımladığı yazı, tarihçiler ve askeri uzmanlar tarafından eleştirildi. Yazıda "Enver Paşa'nın hazırladığı Sarıkamış Kuşatma Harekâtı; düşman kuvvetlerinin arkasına düşmeyi hedef alan başarılı bir plandı. Ancak stratejinin faktörlerinden zaman ve iklim şartları iyi değerlendirilemediği için bu sonuç kaçınılmaz olmuştur" ifadelerine yer verildi.

BÖYLE PLAN OLUR MU •

Kıbrıs harekâtına görevli olarak katılan Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkea (ASAM) uzmanlarından Ercan Çitlioğlu "Planın şurası doğru, burası eksik" diye nitelenemeyeceğini belirterek Sarıkamış harekâtının büyük bir askeri kayıpla sonuçlanan başarısız planlamanın ve maceracılığın sonucu olduğunu, bugün için de bu olaydan ders çıkarılması gerektiğini söyledi. Çitlioğlu, Sarıkamış Harekâtıyla ilgili tek gerçeğin maceracı bir komutanın yol açtığı büyük askeri kayıplar olduğunu ifade etti ve "Askerler soğuktan ve tifüsten kırıldı, bunları hesaba katmayan bir plan olabilir mi" diye sordu.

Tarihçi Sina Aksin de "Enver'in turumu maceracılık ve Almanlar'a hizmettir" diyerek tarih bilimi açısından Sarıkamış Harekâtı'nın başarısız bir harekât olduğunu söyledi. Bazı askerlerin Enver Paşa'nın planının doğru olduğunu düşündüğünü de ekleyen Aksin, şu örneği verdi: "Rahmetli Fahri Belen (eski Korgeneral) bir gün bana Enver Paşa'nın planının güzel olduğunu söyledi. Bence sonuç muhakkak olarak başarısızlığı ortaya koyuyor. Ama bazı askerler böyle de düşünebiliyor."

MADDİ HATALAR VAR •
Sabancı Üniversitesi'nden tarihçi Cemil Koçak ise Genelkurmay açıklamasındaki hataların altını çizdi. Açıklamada, "Osmanlı Devleti, Almanya ile yapılan anlaşmanm ardından Birinci Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştır" dendiğine dikkat çeken Koçak "Bu ifade tamamen yanlış: Osmanlı Devleti, Rusya'ya habersizce saldırarak kendi tercihi ve isteği doğrultusunda savaşa katıldı" dedi. Koçak, "Rus Ordusu hududu geçerek baskın tarzında taarruza başlamıştır" ifadesinin de yanlış olduğunu belirterek "Baskın asıl Osmanlı'nın Sivastopol saldırışıdır. Rus saldırısı, savaşa girildiğine göre beklenmedik değildi" vurgusunu yaptı.

İKİRCİKLİ BAKIŞ*
Cumhuriyetin rejim olarak geçmişi tamamen inkarına karşılık, siyaseten geçmişine sahip çıktığını söyleyen Koçak, şunları aktardı: "Cumhuriyet Osmanlı'yı hep ikircikli anlatmak zorunda kaldı. Sahiplenmek ve onunla özdeşleşmek duygusu, tamamen inkar duygusu ile zıt da olsa birlikte yaşadı. Bolşevikler, Çarlık Rusyası'nm bir harekâtını nasıl değerlendirirdi? Cumhuriyet Osmanlı'nın harekâtlarını nasıl değerlendiriyor? Bunlara verilecek yanıtlar, cumhuriyete geçişin ne ölçüde kopuş olduğunu net bir biçimde ortaya koyacaktır."

Taraf Gazetesi

Türk "şey"i

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=288217


Radikal , 23 Aralık 2007


'Sabırlı olun ERKE biraz gecikiyor'



Birçok emekli generalin katıldığı toplantıyla 'İnsanlığı kirli enerjiden kurtaracak icat' diye tanıtılan 'Erke dönergeci' söz verildiği gibi 2007 sonuna yetişemiyor.

23 Aralık 2007 11:20

'Sabırlı olun ERKE biraz gecikiyor'

Türkiye'nin bayrama ve yılbaşına mutsuz girmesini sağlayan haber Erke'den geldi. Geçen yıl kasım ayında 'hiç bir yakıt tüketmeden' enerji üreten bir alet olduğu açıklanan Erke, yani pozitif bilimlerin henüz 'aklının ermediği' Türk icadı 'dönergeç' 2007'ye yetişmiyor.

Emekli paşaların, genelkurmay başkanlarının tam kadro katıldığı ihtişamlı bir basın toplantısıyla 'ne olduğu anlatılmadan' kamuoyunun karşısına çıkarılan Erke söylenildiği gibi bu yıl 'insanlığın yararına' sunulamayacak. Erke Erke Araştırmaları ve Mühendislik A.Ş.'nin yönetim kurulu adına şirket danışmanı emekli Tümgeneral Çetin Uğural'ın 'yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesi' diye tanıttığı icat için biraz daha beklemek gerekiyor.

10 Kasım'da 1.5 milyon dolar

Geçen yıl Cumhuriyet Bayramı'nın kutlandığı 29 Ekim'de Türkiye, farklı bir reklam kampanyasıyla tanıştı. Gazete ve televizyonlarda yayımlanan reklamda yalnızca 'Erke... Bilimsel Düşüncenin Gücü' sloganı vardı. 10 Kasım'da da gazetelerde tam sayfa Atatürk'lü bir ilan yayımlanınca, Erke'nin Atatürkçü toplumsal bir hareket olabileceği üzerinde duruldu. Hatta yeni bir asker partisi olduğu bile söylendi.
Tam sayfa gazete ilanlarıyla ortaya çıkan ve reklama en az 1.5 milyon dolar harcayan Erke için Genelkurmay Başkanlığı sitesinde yaptığı açıklamada, "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin konu hakkında ne bilgisi ne de ilgisi bulunmaktadır" denildi.

'Gece 24.00'e kadar süre vermişti

Uğural paşa, 21 Kasım 2006'da yapılan toplantıda, hakkında hiçbir bilimsel detay vermeden, sır gibi saklanan 'Erke dönergeci'nin seri üretimine 2007 yılı içinde geçileceğini gerekli altyapı ve teknik konuların tamamlandığını hatta, patent başvurularının bile yapıldığını söylemişti. Daha sonra yapılan açıklamalarda şirketin patent başvurusunun tamamlandığı öğrenilmişti. Çetin Uğural, gazetecilerin ısrarlı soruları üzerine, 'Erke'nin 2007 yılı içinde mutlaka piyasada olacağını süre olarak da; yılın son günü olan 31 Aralık gece saat 24.00'e kadar zamanları olduğunu söylemişti.

Şirket, 'yola devam' diyor

Daha sonra derin bir sessizliğe gömülen Erke Erke Araştırmaları ve Mühendislik A.Ş, nihayet bir açıklama yaptı. Açıklama bu kez ne gazete ilanlarıyla ne de basın toplantısıyla oldu. Şirketin internet sitesinde 'dönergeç'in bu yıla yetişmeyeceği sessiz sedasız duyuruldu.

Sitedeki kamuoyu duyurusu şöyle: "21.11.2006 tarihli basın açıklamamızda buluşa göre çalışan ilk ürün olan elektrik üretecinin milletimiz ve tüm insanlığın kullanımına arz edileceği ve bunun 2007 yılı sonuna kadar gerçekleştirileceği beyan edilmiştir. Buluşumuzun, Türk milleti ve tüm insanlığın faydasına sunulabileceği uygun ortamın hazırlanmasıyla ilgili çok yönlü çalışmalarımızın öngörümüzün aksine 2007 yılı içerisinde tamamlanamayacağı anlaşılmıştır. Buluşa göre çalışan ilk ürünün kullanıma sunulması için planlanan sürenin aşılacak olması konunun önemi ve mahiyeti düşünüldüğünde arzu edilmemekle birlikte ihtimal dahilinde bir durum olarak değerlendirilmelidir. Şirketimizin önceliği, ilkelerinden taviz vermeden buluşun, Türk milleti ve tüm insanlığın istifade edebileceği şekilde kullanıma sunulabilmesidir."

Emekli generaller geçidi

21 Kasım 2006'da, 'Hiçbir enerji tüketmeden, tüm dünyanın bütün alanlarda ihtiyacı olan enerjiyi üreten' bir 'alet' geliştirdiklerinin müjdesini veren şirket, şaşaalı bir basın toplantısıyla ürettikleri aleti göstermeden kendi deyimleriyle 'heyecanlarını' kamuoyuyla paylaşmışlardı.

Alet hakkında hiçbir bilginin verilmediği, hiçbir bilimsel açıklamanın sunulmadığı ve hiçbir şirket yöneticisinin yer almadığı etkinlik bugüne kadar izlediğim yüzlerce basın toplantısının hiçbirine benzemiyordu. İstanbul Swissotel'de yapılan öğle yemekli organizasyon tam bir emekli generaller geçidine sahne olmuştu.

'Bunun için savaş çıkar' denildi

Tiyatrocu Korhan Abay vardı sahnede. Erke'nin hazırladığı 'yaklaşan enerji darboğazı, tükenen kaynaklar, küresel ısınma, sera etkisi, kuraklık, seller gibi' dünyayı tehdit eden enerji konusuna ilişkin bir sunum yapmıştı. Uğural paşa da, 'değerli komutanlarım' diye başladığı konuşmasında Atatürk' ün 10. Yıl Nutku'ndan bir bölümle devam etmişti. Uğural, 'Erke dönergeci' ismini verdikleri aletin icadı için şirketlerinin uzun süredir çalıştığını şöyle açıklamıştı: "Bu buluşla erişilen sistem, çevreye zarar vermeyen, istenilen güç ve sürati sağlayabilen, doğrudan hareketin elde edilebildiği yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesidir. Bu sistemin çalışmasında maddenin atalet özelliğinden faydalanılıyor. Şimdi buraya getirsek, 'İçinde pil mi var, nedir bu' gibi sorular sorardınız. Öyle hemen ortaya çıkarılır gösterilir mi? Bunun için savaş çıkar. Bu buluş, 1992'den itibaren çok gizli olarak yürütülen bilimsel çalışmalarımızın bir sonucudur."

'Bilim literatüründe yeri yok'


Uğuray şöyle devam etmişti: "Bulunan sistemle ilgili ilk ürün çeşidi olarak öngördüğümüz elektrik üretecinde seri üretim aşamasına gelindi. 2007 içinde ürünler halkın kullanımına sunulacak. Sırası gelince milletimize basın vasıtasıyla ulaşacağız. Buluşumuza kimseyi inandırmak gibi bir amacımız yok. Mevcut, bugünün bilim literatüründe buluşun açıklanması için temel teşkil edecek bilgi yoktur. Bu nedenle buluşun fiziği ve matematiği Erke tarafından uygun gördüğümüz zaman bilim dünyasına hediye edilecektir. Bu yüzden konuyu tartışmaya açmıyoruz. Kimseyi inandırma gibi bir amacımız da yoktur. Hatta bu buluşa inanılmaması bizi bilhassa mutlu eder. Çünkü başarılması imkânsıza yakın bir iş olduğunun delilidir. Bu buluşun önemi düşünüldüğünde ve algılandığında yapılan açıklamaların neden bu ölçüde sınırlı olduğu anlaşılacaktır. Buluşumuz, başta Türk milleti olmak üzere tüm dünya insanlığına sunulmuş bir hizmettir."

Arka arkaya buluşçular çıktı

Erke'nin tarif ettiği buluşun hemen hemen aynısı Denizlili bir mucit tarafından da ortaya atılmıştı. Haber şöyleydi: "Dizel, benzin ya da doğalgaz gibi herhangi bir yakıta ihtiyaç duymadan, kesintisiz ve bağımsız enerji üretebilen bir makine icat edildi. İcadın sahibi Fahri Akan, buluşunun Türkiye'nin enerji, doğalgaz ve petrolde dışa bağımlılığını ortadan kaldıracağını savunuyor." Bursalı elektrik ustası Ferhat Özpınar, Erke'nin yakıt gerektirmeyen bir kuvvet makinesinin patentinin, kendisinde olduğunu öne sürmüştü.

Bilim dünyası ne demişti?


Prof. Dr. Hakan Kuntman (İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Dekanı): Eskiden beri olan bir iddia. Hiçbir zaman kanıtlanmadı. Böyle bir şeyin olması mümkün değil. Eğer böyle bir şey olabiliyorsa o zaman bizim bilgilerimiz, öğrendiklerimiz yanlış. Tabii görmek lazım. Bizim bilgilerimize göre bilimsel değeri yok.
Prof. Dr. Ömer Usta (İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Öğretim Üyesi): Günümüzde maddenin ataletinden yararlanılarak enerjinin depolanmasına çalışılıyor. Böyle çalışmalar var. Ama maddenin ataletinden faydalanarak enerji üretildiğini bilmiyorum. Yaptıkları buluş, enerji dönüşümü prensibine uyuyor mu, onu bilmek lazım. Enerjinin sakınım yasasını mı değiştirmişler?
Prof. Dr. Celal Şengör (İTÜ Maden Fakültesi Jeoloji Bölümü Öğretim Üyesi): Hiçbir enerji kullanmadan devir daim makinesi yapmak mümkün değil. Belki başka bir kaynak kullanacaklar, bekleyip görmek lazım.

Prof. Dr. Taner Derbentli (İTÜ Makine Fakültesi Dekanı): Böyle bir şey fizik ve termodinamik yasalarına göre mümkün değil. Dışarıdan herhangi bir enerji girişi olmadan enerji üretilemez. Böyle bir model bilimsel süzgeçten geçerse bizim bilgilerimiz eksik demektir.

RADİKAL

Saturday, December 22, 2007

Bir balon daha patladı...

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=102594,10,2


Engin Ardıç , Akşam , 23.12.2007



Kuşçubaşı bir ananın kuzusu



Bir balon daha patladı...

Sarıkamış ve Çanakkale’de verdiğimiz “yüzbinlerce şehit” balonu gibi bir şey.

Ya da isterseniz Abdülhak Hamid’in büyük bir şair, Yılmaz Güney’in büyük bir yönetmen, Yaşar Kemal’in büyük bir romancı olduğu balonu gibi bir şey diyelim.

Kuşçubaşı Eşref Bey balonu bu..

Hani, ilk gizli servisimiz Teşkilat-ı Mahsusa’nın kurucularından, kurtuluş savaşı önderlerinden falan.

Oysa ne Süleyman Askerî Bey’i tanırlar bu tatavayı yapanlar, ne İsmail Canbolat’ı, ne Bahaeddin Şakir ile Doktor Nazım’ı bilirler. Ne de doktorun ne haltlar karıştırdığını.

Süleyman Askerî Bey Irak cephesinde intihar etmeseydi onun da “sözde” birtakım girişimleri olur muydu acaba, hep sorarım kendime...

İçmeye ayran uyduramadan başka şeye atla gitmek, İran ve Afganistan’da örtülü operasyon yapmak hangi akla hizmetti, bizim neyimizeydi diye de hep sorardım kendime... İttihatçı saçmalıklarının altından Alman parası ve Wilhelm Wassmuss denilen karanlık adam çıkınca bir daha sormadım.

Eşref Bey, Çerkes Reşit Bey ve Çerkes Ethem Bey’le birlikte Batı Anadolu’da kurtuluş savaşını başlatanlardan sayılır ya, “düzenli orduya” geçilmeden önce...

Dolayısıyla da “subay olsa gerektir” diye düşünülmüş, kitaplara da öyle geçmiş.

Kimine göre yarbay, kimine sorarsan albay.

Oysa, subay falan değilmiş!

Kuleli Lisesi ve Mekteb-i Harbiye’den mezun olduğu sanılıyor ama kayıtlarda böyle bir şey yok.

Ne girişi belli, ne çıkışı, ne okul numarası, ne bir şey.

Rütbesi mütbesi de yok.

Dahası, sıkı durun, Eşref Bey, Ethem Bey ile birlikte Yunan ordusuna sığınanlardan!

Bunlar toplam 64 kişi, Çerkes Ethem ve arkadaşları...

Ethem mi? Hani şu, “Ankara’yı basacağım, Kemal’i de İsmet’i de meclisin önünde sallandıracağım” diyen adam.

Çünkü milli mücadelenin liderliği için çekişiyorlardı, yıldızları hiç barışmamıştı ve Çerkes Ethem’in Mustafa Kemal Paşa’nın yerine geçmesine de çeyrek kalmıştı...

Eşref Bey daha sonra sığındığı Midilli adasından beş yüz kişilik bir komando birliğiyle İzmir ve Muğla dolaylarına baskınlar düzenleyip Gönen ve Edremit’te de Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularıyla çarpışmayı sürdürmüş.

Atina’da, Anadolu Osmanlı İhtilal Komitesi adıyla bir örgüt de kurmuş.

Örgütün, Lausanne’da İsmet Paşa’ya, daha sonra Mustafa Kemal Paşa’ya suikast girişimleri var. (“Atatürk’e İzmir Suikastından Ayrı 11 Suikast” diye bir kitap duymuş muydunuz?)

İzmir suikastı suçlularından Hacı Sami Bey de, Eşref Bey’in kardeşiymiş!...

Eee, bu adam şimdi kimine göre vatan haini, kimine göre milli kahraman ha?

Serinkanlı olalım ve doksan sene öncesinin kavgaları uğruna biz de birbirimizi yemeyelim arkadaşlar...

Benim içimde şöyle bir his var: Parçalanıp dağılan Osmanlı’nın enkazından, Esat Toptani Paşa’nın Arnavut devleti, Antranik Paşa’nın Ermeni devleti, Nuri Said Paşa’nın Arap devleti çıkarmaya çalışması gibi, bu adamlar da bir “Çerkes Devleti” çıkarmaya çalışıyorlardı!

Kemal, Fevzi ve İsmet, yemediler.

Bakalım şimdi de Kürt devletini yiyecek miyiz?

Friday, December 7, 2007

Oy çokluğu ile tarih yazmak

http://www.bugun.com.tr/haberler/081207/p73147y138.asp

Gülay Göktürk , Bugün , 17.Ekim.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

17.Ekim.2007

Oy çokluğu ile tarih yazmak

Hadi gözümüz aydın! "Soykırım yapan ülke" olmaktan yine sıyırtıyoruz galiba. Ben bu yazıya otururken, internette "ABD'de flaş gelişme; Temsilciler Meclisi'nde "evet" diyen 7 üye Ermeni tasarısından desteğini çekti" diye bir "son gelişme" haberi vardı.

Ne oldu acaba? Birdenbire başlarına taş mı düştü? Şu birkaç günde geceleri harıl harıl bizim tezleri okuyup "vay be, adamlar haklı" mı dediler? Haber doğru mu, fos mu bilinmez, zaten benim de pek umursadığım söylenemez. Ama bu işin absürdlüğünü göstermesi bakımından iyi bir örnek doğrusu...

Yasalar bugün yaşayan insanların neleri yapıp neleri yapmaması gerektiğini belirlemek için çıkarılır. Geçmişte yaşayanların neleri yapıp neleri yapmadıklarını "tespit" için yasalar yapmaya kalkışırsanız; "oy çoğunluğu" ile tarih yazmaya kaklarsanız sonuç böyle olur işte. Belki de hayatlarında tek tarih kitabı okumamış yedi kişi, kim bilir hangi saiklerle o taraftan bu tarafa geçince tarih değişiverir.

Fransa'ya "silah ihalelerini keserim haa," diye bir posta atınca, Fransa nezdinde pir-ü pak olur, yarın öbür gün aranız bozulunca yine "soykırımcı" yaftasını yersiniz. ABD'de Demokratlar iktidara gelince soykırımcı olur, Cumhuriyetçiler gelince aklanırsınız. Bırakın, iktidarları, tek bir kişininmesela Pelosi'ninseçim galibiyeti ya da mağlubiyeti bile Amerikan çocuklarının okul kitaplarında belleyecekleri "tarihi gerçekleri" anında değiştirebilir. Çünkü tarih, aslında galiplerin ağzından her gün yeniden yazılan bir geçmiş hikayesidir. Galipler değiştikçe, tarih de değişir. Politik toplumun o günkü ihtiyaçları açısından geçmişte olup bitenler yeniden gündeme getirilir. Neyin ne zaman gündeme geleceğini; neyin vurgulanıp neyin unutulacağını; bugünkü bilinç, bugünkü ihtiyaçlar - ve en önemlisi- bugünkü güçler dengesi belirler.

O yüzden, insanlık şimdiye kadar Nazilerin Auswich'te kaç kişiyi öldürdüğünü de, Çernobil'de kaç kişinin öldüğünü de, 1915'te bizim burada kaç Ermeni'nin öldüğünü ve öldürüldüğünü de bir türlü "tespit" edemedi gitti.

Savaşın hemen bitiminde yazılan Sovyet Raporu'nda Auschwitz'de 4 milyon kişinin öldüğü yazar. Ama 1994 yılında Auschwitz'in bulunduğu yerdeki plaket değiştirilir ve 4 milyon rakamı 1 milyona indirilir. Siyonist Tarihçi Poliakov'a göre sayı 2 milyondur. Yine siyonist tarihçi Raoul Hilbert 1 milyon 250 bin kişi diye iddia eder... Sonra bir gün Auschwitz Resmi Müzesi de 4 milyon iddiasından vazgeçer ve resmi ölüm sayısını sessiz sedasız 1 milyona indiriverir.

Aynı şekilde, eğer Sovyet politikacısı Usatenko'nun söylediklerine inanacak olursanız, Çernobil'deki patlamada 60 bin kişi öldüğüne inanırsınız. Zamanın Birleşmiş Milletler Atom Enerjisi Ajansı'nın verdiği ani ölüm rakamı ise sadece 31'dir. Gelecek nesillerin hangi rakama inanacağını da "gerçeğin peşinde koşan tarihçiler" değil, nükleer enerji taraftarları ile karşıtları arasındaki savaşın sonucu belirleyeceği besbellidir. Eğer bundan yirmi-otuz yıl sonra, nükleer enerji karşıtı bir görüş dünyaya tümüyle egemen olursa, Çernobil'in patladığı yere dikilen anıtta "Bu santraldeki patlamada 60 bin kişi öldü" plaketi bulunacak ve herkes buna inanacak. Tersi olursa çocuklar okul kitaplarında Atom Enerjisi Ajansı'nın rakamını ezberleyecek.

Peki orada geçmişin yıkıntıları altında keşfedilmeyi bekleyen "saf gerçek"ler ne olacak? Onlara ulaşma şansımız hiç yok mu?

Korkarım ki hayır! "Gerçekte" ne olduğunu, unutulmuş rüyalarımız gibi hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Aslında asıl yanılgı, gerçeği tarihin tozlu sayfaları arasında aramaya çalışmak belki de... Çünkü gerçek tarihin içinde değil, tek tek bizlerin içinde, toplumların içinde gizli. Bugün, geçmişi içerir. Geçmiş, bugünde mündemiçtir. Geçmişte bir şeyler olmuştur ve o bir şeyler bugüne şekil vermiştir. Geçmişte ne olduğunu anlamak istiyorsak; duygularımızla, düşüncelerimizle, yaşama biçimimizle, ekonomimiz, teknolojimiz ve kültürümüzle tarihin ürünü olan bugünkü "biz"e bakmamız yeter. Osmanlı'nın çok uluslu zenginliği, fütühatçılığı ve feodalizmi; Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalizmi, jakobenliği ve modernliği; İslam'ın kaderciliği, hoşgörüsü ve hoşgörüsüzlüğü, hepsi bugünkü "biz"de gizlidir. O zaman tartıştığımız nedir?

Biz bugün geçmişi değil, bugünün politik ihtiyaçlarına cevap verecek bir hikayeyi tartışıyoruz. Kavga düne değil bugüne ilişkindir. Problem, farklı hikayeler anlatılmasında değil, bugün farklı yerlerde durulmasındadır.

Çeteler rejimi

http://www.bugun.com.tr/haberler/071207/p79837y138.asp



Gülay Göktürk , Bugün , 07.Aralık.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

07.Aralık.2007

“Çeteler rejimi”

Rejim tartışmalarına pek meraklı olan Türkiye'miz hayali şeriat tartışmalarını bir yana bırakıp bir parça da gözünün önünde sürmekte olan şu çeteler rejimini konuşsa iyi olacak.

Her şey şöyle böyle, az buçuk da olsa değişiyor Türkiye'de. Toplum değişiyor, siyasi güçler dengesi değişiyor, ekonomik durum değişiyor, hatta ordu değişiyor...

Ama çeteler hiç değişmiyor. Onlar, onları ilk keşfettiğimiz zamandan bu yana, aynı yöntemlerle, aynı şekilde cinayetler işliyor ve işletiyor; toplumu en hassas noktalarından vurarak provoke etme faaliyetlerini aynen sürdürüyorlar.

Hani neredeyse, şu anda yürürlükte olan rejimin en istikrarlı unsurunu oluşturuyorlar. Ve biraz daha ilgisiz kalırsak, rejimimizin temel karakteristiğini de oluşturacaklar: "Türkiye'de hakim olan rejim nedir?" dediklerinde, ne laiklik, ne şeriat; ne demokrasi ne otokrasi, "Çeteler Rejimi" demek zorunda kalacağız.

Malatya'daki misyoner Cinayeti Davası'nda ortaya çıkan duruma bir bakın! Ama lütfen dikkatle ve yakından bakın! Çünkü sizler dikkatle bakmazsanız, baktığınızda gördüklerinize isyan etmezseniz, ne savcıların, ne ilgili bakanların ne de hükümetin bir şey yapacağı yok.

Davanın iddianamesi zaten bir garipti. Savcı sanıkları bir yana bırakmış mağdurların faaliyetlerinin peşine düşmüştü.

Şimdi dava başladıktan sonra ortaya dökülen bilgi ve belgeler daha da tüyler ürpertici. Dava sanıklarından biri cinayetten bir yıl kadar önce bir bıçaklama davasından yakalanıyor ama serbest bırakılıyor. Sanıkların cinayet öncesinde tam 106 adet cep telefonu kullandıkları anlaşılıyor. Bu telefon görüşmelerinden bazılarının kimi savcılarla ve Özel harekâtta görevli bazı kişilerle yapıldığı tespit ediliyor. Bununla da bitmiyor: Davanın baş sanığının hastanedeki odasına yerleştirilen kamera kayıtlarının en kritik günlere ait bölümü siliniyor. Her ne kadar Malatya Emniyet Müdürü bu silinme işlemini yalanlıyorsa da, resmi yazışmalar kayıtların silindiğini inkâr edilmesi imkansız bir şekilde ortaya koyuyor. Yani?

Malatya Emniyeti'nde birileri yalan söylüyor. Birileri baş sanık komadan çıktıktan sonra, odasına kimlerin girdiğini ve neler konuştuğunu gizlemeye çalışıyor.

Böylece misyoner Katliamı'nın, hani o gazetelere " Misyonerlik faaliyetini hazmedemeyen bazı kişilerin ağır tahrik sonucu işledikleri spontan bir cinayet" olarak lanse edilen cinayetin altından, Emniyet'ten, Yargı'dan, Özel Harekât'tan kişilerin de işin içinde olduğu girift bir çete çıkıyor.

Bütün bunlar Hrant Cinayeti soruşturmasında da böyle olmuştu. O dava da derinleştikçe aynı kirli ilişkiler ortaya saçılmıştı. Emniyet Teşkilatı'nı ve Jandarma'yı yine sanıklarla iç içe görmüş; devlet içindeki çetelerin canilerle her adımda nasıl kucak kucağa olduğunu; nasıl yönlendiricilik yaptığını, Hrant'ın nasıl hain bir planla, bile isteye ölüme gönderildiğini görerek ürpermiştik. İşte şimdi aynı tablo bir kez daha, Süryani rahip Daniel Savcı'nın kaçırılması olayında da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Kaçıranların eski itirafçı oldukları, bölgede tetikçi olarak bilindikleri ortaya çıkıyor ve basit bir fidye olayı olarak lanse edilmeye çalışılan olayın ardından yine JİTEM'in silueti belirmeye başlıyor.

Ve bu tablo, her karanlık cinayette aynı şekilde tekrarlanıyor. Peki hâlâ köklü bir şeyler yapamayacak mıyız rejimimizi çeteleşmekten kurtarmak için?

Demokrasimiz "Özel Harekât", "Jİ- TEM" gibi hayalet örgütlerin sabotajlarına daha ne kadar dayanacak? Hükümet, Emniyet Teşkilatı'nı ele geçirip emniyetimizi yok eden; Yargı'ya dal budak salıp onu yargı görevini yapamaz hale getiren bu çeteleri daha ne kadar seyredecek? Bir bildiği mi var? Bir şeyden mi korkuyor? Baş edemeyeceğini mi düşünüyor? Korktuğu şeyle baş edebilmek için bizden güç almayı denesin, bunun için de bildiklerini bizimle paylaşsın. Şeffaflık, açık toplum gibi laflar süs değildir. Tam da böyle zamanlarda lazımdır.

Monday, November 26, 2007

Güvenim kalmadı ki

http://www.sabah.com.tr/2007/10/10/haber,E0310F980D3344109E58D4A567D61439.html

Emre Aköz , Sabah , 10.10.2007

Güvenim kalmadı ki

Bazı okurlarımız mesaj gönderdi: " Şehitler hakkında niye yazmadınız? " Ne yazayım?
Artık dudaklarımızın arasından ya da kalemlerimizin ucundan dökülecek her cümle bir klişeye dönüşmüş durumda.
Klişe yani " kalıp söz ". Defalarca tekrarlanmış ibareleri, bir kez daha seslendirmekten başka ne yapıyoruz?
Belli başlı gazetelerin dünkü başlıklarını hatırlayalım: " Yüreğimiz yandı ...
Türkiye'ye ateş düştü ... 70 milyon evlatlarına ağlıyor... Kalbimizdeki kahramanlar ... Durdurun artık bu gözyaşlarını ... Sözün bittiği nokta ... Son fotoğraf ..."
Bunların istisnasız hepsini daha önce de söylemedik mi? " Şehitlerin kanı yerde kalmayacak " ya da " Teröristler döktükleri kanda boğulacaklar " demedik mi?
Peki sonra ne oldu?
Askerlerin kanı yerde kaldı mı? Kaldı ! Polislerin, korucuların, köylülerin, kentlilerin, memurun, esnafın, kadınların, erkeklerin, büyüklerin, küçüklerin hatta bebeklerin kanı yerde kaldı mı? Kaldı !
Yaşları 20 civarındaki gençler infial halinde. " Hemen sınır ötesi operasyon yapılsın, örgüte günü gösterilsin " diyorlar.
Yapıldı, 1990'ların ortasında defalarca yapıldı. Tanklarla, uçak ve helikopterlerle girildi. Günlerce Kuzey Irak'ta kaldı ordu. Üç-beş terörist öldürüp döndü.
Üstelik bunlar yapıldığında orada ne ABD vardı, ne de onun desteğinde bir Kürt devleti kuruluyordu.
" Birlik ve beraberliğimizi futbolcular maça çıkarken siyah bantlar takarak göstersin " diyor başka gençler.
Bugün her lig maçı öncesi, dünyada benzeri olmayan bir uygulamayla, niye İstiklal Marşı okunuyor sanıyorsunuz? Çünkü benzeri öneriler daha önce de yapıldı ve uygulandı.
" PKK'nın uzantısı DTP, Meclis'ten atılsın " diyor bazıları... O da yapıldı arkadaşlar, o da yapıldı. 1994'te dokunulmazlıkları kaldırılan DEP milletvekilleri yaka paça gözaltına alındı; yıllarca hapis yattılar.
Bugün sizin " ilginç fikir ", " etkili önlem ", " anlamlı tepki " sandığınız şeylerin hiçbiri yeni değil. Dedim ya: Hepsi klişe; hepsi söylendi, hepsi denendi.

Tarihsel geçmişi var bu sorunun: 19'uncu yüzyıla uzanıyor. 1923'te Cumhuriyet kurulduktan sonra da bitmiyor. Defalarca yazdım: Atatürk döneminde irili ufaklı 16 isyan saymış konuyu inceleyenler.
En sakin dönem 1950-60 arası. Sonra yavaş yavaş tekrar başlıyor.
1970'lerdeki mayalanmadan sonra 1984'te patlıyor. Bugüne kadar, yani 23 yıldır da sürüyor.
Dile kolay: 23 yıl önce Güneydoğu'dan sağ salim dönenler, bugün oğullarını gönderiyor savaştıkları bölgeye ve her gün " Acı haber gelmesin " diye dua ediyorlar.
Hükümetler geliyor gidiyor, Genelkurmay Başkanları geliyor gidiyor, hatta arada Apo yakalanıp cezaevine konuluyor ama sorun devam ediyor.
" Apo'yu asmayacağız, ondan yararlanacağız " dediler. Değişen bir şey olmadı. Hatta sorun, ABD faktörü yüzünden daha da karmaşık hale geldi.
Velhasıl arkadaşlar, benim bu işin biteceğine dair inancım, güvenim, umudum filan kalmadı.
Bu şartlarda ne yazayım?

Laik devletin dini bayramı

http://www.sabah.com.tr/2007/10/12/haber,28C20FF50BA94EA6918A35E3002792E0.html

Emre Aköz , Sabah , 12.10.2007

Laik devletin dini bayramı

Bayramınız kutlu olsun! Bu güzel dilekten sonra gelin biraz kafa karıştırıcı konulara girelim.
Mesela şöyle bir soru: Acaba "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye meydanlarda slogan atan vatandaşlarımız bugün ne yapıyor?
"Bunu bilmeyecek ne var" diyeceksiniz, "Onlar da bayramlaşıyor, onlar da büyüklerini, akrabalarını, dostlarını ziyarete gidiyor... Bazıları ise bayram tatilinden yararlanarak yurtiçinde ya da dışında geziye çıkmış durumda."
"Ne tatili, niye çalışmıyorlar ki..." diye sorsam, bu kez kızacaksınız: "Bayram tatili, bayram. Resmi tatil ya bugün..."
Hah, işte ben de onu diyecektim: Ramazan ve Kurban Bayramları, dini bayramlar değil mi? Evet. Öyle oldukları apaçık...
Peki nasıl oluyor da laik devlet, dini bayramları " resmi tatil " ilan ediyor?
Yanlış anlamayın: Benim bu iki dini bayrama denk gelen günlerin, resmi tatil olmasına en ufak bir itirazım yok.
Ama bugüne kadar, laiklik konusunda mangalda kül bırakmayanların da, " Laik bir devlette, dini bayramlar resmi tatil olamaz... Biz çalışmak istiyoruz " dediğini hiç işitmedim.
"Tutarlı" olmak için birkaç cılız ses çıkmıştır sağda solda ama benim kulağıma gelmedi. Maşallah hepsi tatillerini yapıyor.
Yukarıda "tutarlı" dedik ya... Kimsenin tutarlı olmak gibi bir derdi yok aslında. Bu yüzden "laiklik" sloganları atanları "fikirsel açıdan" hiç ciddiye almadım.
"Diyanet İşleri" devletin en büyük kurumlarından biri olarak ortada dururken, hangi laiklikten söz ediyorlar Allah aşkın?

Fırsat çıkmışken biraz da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) son kararından söz edelim.
Biliyorsunuz okullarda "Din ve Ahlak Kültürü" dersi var. Teorik olarak bunların birer ' kültür' yani ' bilgilenme' dersi olması gerekiyor.
Halbuki pratikte bunlar "din eğitimi" dersi olarak okutuluyor. Dualar ezberleniyor. Hatta hocalar öğrencileri camilere götürüp nasıl aptes alındığını gösteriyor.
Böyle olduğu için de Hıristiyan ve Musevi ailelerin öğrencileri derslerden muaf tutuluyor.
Ancak AİHM'ye başvuran bir Alevi vatandaşımız itiraz etmiş: "Bu zorunlu derslerde sadece Sünni İslam öğretilmekte ve tatbik edilmekte."
AİHM de "Ey Türk devleti... Böyle ders kitabı olmaz. Madem kültür dersi veriyorsun, hani diğer dinler ve mezhepler yok? Hem zaten bunun bir kültür dersi olmadığı, diğer dinlerden çocukların muaf olmasından belli" diyor.
Yani AİHM, "tutarlılık" arıyor.
Ama bulamaz! Mümkün değil.
Bizimkisi "çelişkiler" devleti.
Bir yandan inançlı halk bastırıyor: "Çocuğuma dinini öğret... Sen öğretmezsen, bırak ben bir yolunu bulayım..."
" E o zaman sivil toplum kendisi halletsin " diyorsunuz... O da mümkün değil: Hem " Tevhidi Tedrisat " ( Eğitimin Birliği ) Kanunu'na aykırı, hem de tarikat ve cemaatlerden korkuluyor.
Sonuç: Halkın talebine cevap verebilmek ve aynı zamanda dini kontrol altında tutabilmek için laik devletimiz "kültür dersi" kisvesi altında "din eğitimi" yapıyor.
Ama aynı devlet... Kendisi böyle bin bir "maske" takarken... Açık Öğretim Fakültesi sınavına, türban yasak olduğundan "perukla" giren öğrencinin kağıdını iptal ediyor.
Bayramınızı bir kez daha kutlarken uyarmak isterim: Fazla 'şeker' sağlığa zararlıdır.

Hoca efendi mi, Papaz efendi mi ?

http://www.sabah.com.tr/2007/11/26/haber,03B441DAA89D44D9ADA28CAE1418BF06.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 26.11.2007

Hoca efendi mi, Papaz efendi mi?

ŞİMDİ moda, insanları " cehennemlik olursun" diye korkutmak, endişelendirmek. Eskiden bunu, hacı-hoca takımı yapardı. Bugün ise, "laiklik bekçiliğine" soyunanlar korkutma görevini devraldı. Tabii onların sözleri, korkutmuyor; güldürüyor... Düşündürüyor; ilim irfan yoksulluğu sebebiyle can sıkıyor.
Erbakan'ı bu konuda az mı eleştirmiştik. "Bizden olmayanlar, patates dinindendir" cümlesi unutulabilir mi?
Artık, İlhan Selçuk (Cumhuriyet), Özdemir İnce (Hürriyet) gibiler, dini referansla ahkâm kesiyorlar. Onlara göre, "Türbanı, flamaya dönüştürüp, siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak, Müslümanlık taslayanların topu cehennemlik." Bu muhakeme tarzı daha ilk satırda çöküyor. Büyük çoğunluk, inancı gereği ve kendi tercihiyle örtündüğünü söylerken, siz nasıl "Kafana başörtüsünü siyasi flama olarak takıyorsun" iddiasını dile getirebilirsiniz?
Katolik öğretide Kilise, yeryüzünde "İsa'nın gölgesi", "değişmez doğruların" tek hâkimi olduğu için, günah işlediğini düşünenler, papaza gider, günahlarından arınıp cennetlik olurlar. Zaten, vaftiz de dünyaya "günahkâr" olarak geldiği farz edilen insanın temizlenmesidir.
İslâmiyet'te, Kilise benzeri bir mekanizma mevcut değildir ve kimin cehennemlik olacağının takdiri ise, Yüce Allah'a aittir. Bu yüzden, İlhan Selçuk'un "Cehennemlik olacaksınız" tehdidi, Türkiye'nin sosyolojik gerçeğiyle bağdaşmadığı gibi, İslâmiyet'in tabiatıyla da uyuşmuyor. Dolayısıyla İlhan Selçuk'a "Hoca efendi" yerine, "Papaz efendi" demek belki de daha doğru olacak.

Komutanlardan acı itiraflar

http://www.sabah.com.tr/2007/11/08/haber,9BF424DD4EFD4E7AA7B687C635516592.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 08.11.2007

Komutanlardan acı itiraflar

Gazeteci Fikret Bilâ, üst düzey komutanlarla bir dizi söyleşi yaptı.
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman'dan sonra, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Org. Kenan Evren de, Kürt meselesinde yanıldığını itiraf ediyor. Yalman, "Biz Kürtlere Türklerin bir kolu diyorduk. Karda yürürken kart-kurt diye ses çıktığını, Kürt lafının buradan geldiğini düşünüyorduk. Sosyal talepleri bile yıkıcı faaliyetler olarak değerlendiriyorduk" diye günah çıkarıyor. Kenan Evren daha da ileriye gidiyor; yeni önerileri var. 12 Eylül döneminde konulan Kürtçe yasağını eleştirdikten sonra, "Güneydoğu'da hizmet verecek memurların Kürtçe bilmesi lazım" noktasına kadar, özgürlüklerden yana tavır koyuyor. Diyarbakır Cezaevi'ndeki ağır işkencelerden ise, haberi olmadığını söylüyor.
Bir insan, vicdan muhasebesi yapabilir; eskiden hatalı davrandığı sonucuna da varabilir. Ama, Aytaç Yalman ve Kenan Evren'in yegâne hataları, Kürt meselesindeki yanlış değerlendirmeleri değil. Onlar, siyasette de söz sahibi olmaya çalıştılar. Zaten Evren, oldu da. Aytaç Yalman ise, -Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Özden Örnek'in anılarından öğrendiğimize göre-, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün demokratik duruşu olmasa, 2003'te AK Parti'ye karşı düzenlenecek bir darbenin başını çekebilirdi.
Eğitimleri gereği, kendilerine benzemeyen yabancı unsurları "düşman" gibi gören askerlerimiz, gri tonları kolayca fark edemez. Bu yüzden sık sık olaylara yanlış teşhis koymaları mümkündür. Sorun, yanlış teşhisten değil, görüşlerini uygulamaya ve herkese dayatmaya kalkışmalarından kaynaklanıyor; teşhisi yanlış koymakla yetinmiyorlar, devletin resmi ideolojisinin ana unsuru haline getiriyorlar.
Diyarbakır Cezaevi'nde ortaya çıkan işkencenin temelinde de yanlış teşhis yatıyor. Evren, "Ben işkence emri vermedim. Haberim de yok" diyor. Emre ne gerek? Kürtçe'yi bile yasaklarsanız, gardiyanlar, "Kürtler, yok edilmesi gereken mahlûklardır" diye düşünmeye başlamaz mı? Ve, kurduğunuz otoriter rejimle, basın hürriyeti de ortadan kalkınca, ülkenin dört bir tarafında cereyan eden nahoş hadiselerden nasıl haberdar olacaksınız?

Klasik Türk müziği - Yassah - 1934 - 8 ay


http://www.sabah.com.tr/2007/11/26/haber,A55953DB318647388434024B47FF5EFA.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 26.11.2007

Türk musikisi ve patlıcanın fazileti

Gecenin geç saatleri... Sessizlik içinde yükselen nameler:
"Ölürsem yazıktır sana kanmadan
Kolların boynumda halkalanmadın..."
Ardından bir başkası:
"Solsan da sararsan, gene gül pembe dehensin
Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin..."
Ve sonra bir tane daha:
"Şarkılar seni söyler dillerde name adın
Aşk gibi sevda gibi huysuz ve tatlı kadın..."
Bu muhteşem melodileri dinlerken tatlı bir uykuya dalıyorsunuz. Bir kâbusla uyanıyorsunuz: Sene 1934 ve Türk musikisi radyolarda yasaklanmış. Gerçi 8 ay sonra yasak kaldırılıyor ama, bugün hâlâ Bizans kültürünün katkısıyla oluşan Türk Klasik Musikisi'nden, üstelik "Batıcılık" adına vazgeçilmesinin mantığını anlayabilmiş değiliz.
Hatırlayalım: 1925 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın emriyle, Darülelhan'ın (Melodiler evi) Türk Musikisi şubesi kapatıldı; adı da konservatuar olarak değiştirildi. Tam 50 yıl Türkiye'deki konservatuarlarda sadece Klasik Batı müziği öğretildi. İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ancak 1975 yılında kuruldu.
Ulus devlet yaratılırken, kültürel değerlerimizden acımasızca koparıldık. Bana "Hiç Kimsenin Cumhuriyeti" (Ütopya Yayınları) kitabını gönderen Kadir Cangızbay, eserinde, yaşanan yanlışları izah etmeye çalışıyor. Cangızbay tek tip insanın peşinde koşmanın sakıncasını bir benzetmeyle açıklamış: "...Diyelim ki patlıcanın, ancak patlıcan olarak sofraya getirilebildiği, sırf buna izin verildiği, bunun teşvik gördüğü bir yerde, hünkârbeğendinin hiçbir zaman varlık kazanamayacağı aydınlatıcı olacaktır."
Hünkârbeğendi, karnıyarık, imam bayıldı gibi farklı lezzetlerden tat almak yerine, mor bir patlıcanın faziletlerini öğrenmek mükellefiyetinde bırakıldığınızı düşünün!!!

.....

Monday, November 5, 2007

YALANLAR ÜLKESİ - SINIR


http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=97494,10,2

Engin Ardıç , Akşam ,
06.11.2007

Şeytanın sor dediği



Günümüzde, güney sınırımızın “yanlış çizildiğini” düşünmeyen kalmadı gibi bir şey...

Eskiden bunu söylemeye kalkanın ossaat hayatını kaydırırlar, anasını ağlatırlardı. Türkiye nereden nereye gelmiş...

Elbette, “yanlış çizim” deyince Kürt ayrılıkçıları çok başka bir şey anlıyorlar.

Peki biz ne anlıyoruz?

“Sınırlar yeniden çizilmelidir” sözünü, Türk milliyetçileri de elbette “yeni sınırlarımız Musul ile Kerkük’ü de içine almalıdır” şeklinde anlıyorlar.

Vallahi iyi olur, alabiliyorsanız... Viyana’yı aldınız da biz size niçin aldınız mı dedik?

Peki o zaman sorun nedir? Birkaç kilometrelik küçük bir “düzeltme” mi? Yani sınır dağın tepesinden değil de güney eteğinden geçecek, böylece “hatt-ı bâlâ”ya biz hakim olacağız, PKK bitecek.

Bu mudur yani? Gençlerin gözde deyimiyle.

Son olarak, bir emekli memur gazetesinin “konuşan emekli paşalar” yazı dizisinde, İsmail Hakkı Karadayı Paşa da konuşmuş. Diyor ki, “bu sınır İngiltere’nin yaptığı bir iş... İleriyi düşünerek yapmışlar... İleride sorun çıksın diye...”

Karadayı Paşa, Suriye sınırımızın da yanlış çizildiğini, Suriye topraklarının çeşitli yerlerde bize doğru cep şeklinde girintiler yaptığını, oralarda petrol olduğunu söylüyor... Suriye devleti o girintilerde petrol çıkarıyor, bizim tarafta petrol yok!

Aşkolsun paşam, biz o sınırın Lausanne’da (pardon, Lozan mı yazmalıydım?) anlı şanlı İsmet Paşa tarafından yılmaz bir mücadeleyle ve büyük bir başarıyla elde edildiğini sanıyorduk!...

Eğer sizin dediğiniz gibi sınırı İngilizler yaptılarsa, bize niçin yalan öğretildi? Biz sınırın “muhataralı” olan kısmının yalnızca Irak tarafı olduğunu duymuştuk.

Af buyurun ama, bu “İngiliz çizgisi” niçin kabul edilmiştir paşam, devlet kurucu büyüklerimiz tarafından?

Çünkü savaş çıkardı, Yunan ordusunu yenmiştik ama İngiliz ordusunu yenemezdik, falan filan.

Yahu biz kurtuluş savaşını “yedi düvele karşı” vermemiş miydik? O düvellerden birinden sonradan niçin çekinmiştik? Hani bileğimizi kimse bükemezdi?

Yoksa bu işin sonunda İdris Küçükömer mi haklı çıkacak paşam?

Yoksa “İngilizler, Bolşevik Rusya’ya karşı oluşturmak istedikleri tampon devlet için önce Büyük Yunanistan projesini denediler, sökmeyeceğini anlayınca tampon bölgeyi Anadolu içlerine doğru genişletip bağımsız bir yeni Türk devleti çözümünü desteklediler” görüşü doğru mudur?

Anlı şanlı Ankara hükümeti, eloğlunun hinoğlu hin sınır numarasını nasıl olmuştur da yemiştir paşam?

Eee, bu başarı mıdır yani?

“Bizi keleğe getiriyorlar, yutmayın” diyen muhalefet niçin ve nasıl susturulmuştur?

Sözüm meclisten dışarı, ortada bir “muvazaa” mı vardır? Bir bedel mi ödenmiştir?

Hatay niçin hemencecik bırakılmıştır? Bu başarı mıdır? Yoksa Fransa’yla da muvazaalı bir durum mu vardı?

Acaba Batı Trakya’daki Müslüman Türk halkını da niçin Yunanistan’ın eline terkettik? Niçin Doğu Trakya Misak-ı Milli’ye dahildir de Batı Trakya’dan vazgeçilmiştir?

“1914 sınırı esas alındı” diyeceksiniz. Güney sınırı 1914 sınırı mı? Batıda sökmemiş, güneyde sökmemiş, ne anladım ben bu işten?

Asıl merak ettiğim de, Hasan Efendi bu kez bana nasıl küfür edecek acaba? “Bitki” mi diyecek?

YALANLAR ÜLKESİ - Yok sayma - Hiçe sayma

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=97449,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 05.11.2007

Ah paşam...



Elbette ben de takıldım, Aytaç Yalman Paşa’nın o “kilit” cümlesine... “Kürt yoktur diye eğitilmişiz” dedi.

Karda yürürlermiş de kart kurt diye ses çıkarmış, “dağ Türkleri’ne” o isim oradan verilmiş... Bu gibi saçmalıkların bizi getirip bıraktığı nokta bu işte.

Sizi hiç olmazsa yanlış eğitmişler, bizi hiç eğitmediler paşam.

Tarih dersinde “meşrutiyet dönemine” pek vakit kalmazdı yıl sonuna doğru, üniversitede de Devrim Tarihi, yalnızca son sınıfta, en sıradan hocanın verdiği en kelek dersti, “averaj yükseltmeye yarayan”, hani diş koruma, elişi falan gibi...

Ah paşam, Kemal Tahir olmasaydı (sizin onu pek sevdiğinizi de sanmam), ne dünya savaşında Süveyş Kanalı’na hem de iki kere saldırdığımızı öğrenebilecektik, ne de Mezopotamya cephesini...

Savaşın son günlerinde bastırıp Baku’ya bile girmişiz de onu dahi öğretmediler bize paşam. Başarımızı da saklamayı başarmışlar!

Kurtuluş savaşımızın ilk günlerinde, Ege köylüsünün, bir yandan on yıllık sürekli savaşın verdiği yorgunluk ve bıkkınlık, öbür yandan direnişte halkın hiç sevmediği “İttihatçı parmağı” olduğu kuşkusuyla, Yunan ordusuna pek de o kadar karşı koymamış olduğunu hatırlatan Yorgun Savaşçı’nın romanı yasaklanmış, filmi yakılmıştı, hatırlayacaksınız...

Ki, o roman, çeteleri küçümseyen, “düzenli orduya geçişi” öven bir romandı, bunu bile anlamamışlardı paşam sizin bürokrat arkadaşlarınız...

Paşam, ben 1924 yılında bir “nüfus mübadelesi” yapıldığını, kalan Rum halkın gönderildiğini de otuz beş yaşımda öğrendim, Murat Belge sayesinde.

Bırakın bu konuları araştırmak (kitap nereden bulacaktık?), Rumca şarkı çalmak dinlemek bile yasaktı.

Paşam, Atatürk’ün aşırı sigara ve kahve içmekten hem de iki kere kalp krizi geçirdiğini de elli beş yaşımda öğrendim, Andrew Mango’nun kitabından!

Attila İlhan olmasaydı, Fikriye Hanım’ı da bilmeyecektik.

Tabular yalnız Kürt meselesiyle mi sınırlı paşam?

Her Türk aydını, hatta okuma yazma bilen her Türk vatandaşı Nutuk’u mutlaka okumalı, ama ona bir kutsal kitap gözüyle bakmamalıdır, çünkü o zaman dincilerden farkı kalmaz, diyorum... Adam bana küfür ediyor paşam. Bu kadar hainlik, bu kadar bağnazlık, bu kadar körlük olur mu?

Bu gibi zavallılar kimbilir iki gündür size de ne küfürler etmişlerdir paşam, “Kürt varlığını” kabul ettiğiniz için.

Niçin paşam, niçin hiçbir şey öğretilmedi bize, öğretilen de yalan yanlış?... Şimdi öğretmeye çalışana da niçin hakaretler yağdırılıyor paşam?

Niçin tabulaştırıldı her şey, niçin saklandı, gizlendi, örtbas edildi, çarpıtıldı?

Niçin bu ülkede gerçekleri söylemek her türlü belaya hazırlıklı olmayı gerektiriyor paşam?

Falih Rıfkı, hepimizden çok daha Atatürkçü olan Falih Rıfkı, “Çankaya” isimli eserinde “İzmir’i niçin yakmıştık?” diye soruyor, bu cümle Çankaya’nın yeni baskılarından çıkarılıyor paşam... Kemalistler, en Kemalist Falih Rıfkı’yı bile sansür ediyorlar paşam.

Hani Atatürkçülük demek, gerçekçilik, çağdaşlık demekti paşam?

Tövbe, bize birşeyler öğretildi tabii... “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuz” öğretildi. Hayatın içine girince imtiyazı da, sınıfı da, Hanya’yı da, Konya’yı da gördük, kaynaşmış kitleyi de şehit tabutu geldikçe anlıyoruz.

Bu işin sonu nereye varacak paşam? Yazık değil mi bu ülkeye paşam? Hep istiskale mi uğrayacağız paşam? Hep mi yenileceğiz paşam?

Siz emekli oldunuz, ben de bezdim.

Gebersem de şu Babıali denilen yılanlı çukurdan kurtulsam, diyorum zaman zaman.

Saturday, August 25, 2007

İnönü’nün damarlarında gezınmek

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=12505

Ahmet Dinç - Aksiyon , Sayı: 379 - 09.03.2002



nönü’nün damarlarında gezınmek


Ketum bir yapısı olan İnönüler’in dünyasını sarmalayan surlarda, Milli Şef’in “günlüğünün” yayınlanmasıyla büyük bir gedik açıldı. Tam günlük demenin zor olduğu notlar 1919’dan 1973’e kadar tutulmuş. Neler yok ki. Kurtuluş Savaşı manzaralarından, Halide Edip’in cephede çevirdiği oyunlara, Mevhibe Hanım’ın doğum sancılarından, Atatürk’le olan kavgalarına kadar bir devletin tarihi


Yaşadığı dönemin genel—geçer diktatör lider tipini temsilen “çevresinde” oldukça fazla denecek kadar isim oldu hep. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, SSCB’de Stalin, sonraları bilumum Sovyet diktatörleri, Francolar, Enver Hocalar, Pehleviler... Özellikle, adını verdiği 1938—50 arasındaki Milli Şef döneminde, yukardaki isimlerin en ünlü ve en gaddar ilk üçüne özenmediğini söylemek, tarihe haksızlık etmiş olmaktan öte, tarihi doğru doneleriyle öğrenememe ve İnönücü kadroların öteden beri varolan çarpıtıcı propagandalarına râm olma halinin devamına sebep olacak.

İsmet İnönü’nün, çağdaşı olan meslektaşlarına benzeme konusunda özenti derecesindeki titizliğini, daha geniş ve derin bir yazı malzemesi yapmaya niyetlenen araştırmacılara bırakıp, son zamanlarda İnönüler hakkında en “içerden” yazılmış bir kitaba dikkat çekmek istiyoruz. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Defterler 1919—1973’ bizzat İsmet İnönü’nün günlük ve notlarından oluştuğu için, İnönüler’i daha yakından tanımak açısından bulunmaz bir imkân. Bayan İnönü’nün hayatını merkeze alan ‘Mevhibe’de bile bazı çetrefilli konularda süzgeç araçlarına başvurulmuş olduğu dikkat çekiyordu. Fakat Ahmet Demirel’in editörlüğünü yaptığı iki ciltlik Defterler’i okurken, adeta İnönü’nün can damarlarında, beyin kıvrımlarında dolaştığınızı hissetmeniz hiç şaşırtıcı olmaz. Onun sevinçlerini, acılarını, hüzünlerini, siyasi çekişmelerini, dost ve düşman bellediklerini, kısacası en yakınlarına bile söyleyemeyeceklerini satır satır okumak mümkün. Bu çok önemli ve alışılmadık bir durum. Çünkü, mesela Atatürk’ün hayatı sevgililerine, sofralarına kadar bilinirken, İnönü’nün nasıl yaşadığı, ne yiyip içtiği, hobilerinin veya fobilerinin neler olduğu konusunda, uç kanaatler dışında pek fazla objektif bilgi yoktu ortalıkta. İnönüler’in konumlarıyla tezat teşkil edecek şekilde, dışarıya karşı ketum bir görüntüleri olmuştur genellikle. Bu durum belki Mevhibe Hanım’ın kişilik veya tercihiyle, belki de İnönü’nün, terbiyesini aldığı Osmanlı’nın klasik âdâb—ı muâşeretini sürdürmüş olmasıyla açıklanabilir. Fakat bununla birlikte, çok az kaynakta geçen Ankara sosyetesi oluşturmaya çabalandığı 40’lı yıllarda violonsel dersleri, yabancı müzik, balo gibi yönelmelerle bu çizginin dışına çıktığı da biliniyor.

Defterler İnönü’nün hangi tarihte, hangi öğünde ne yediğinden, ne zaman başının ağrıdığına, çocuklarının doğumunda eşinin nasıl sancılar çektiğinden, çocuklarının okula başladığı ilk güne ve oğlunun düğününde kız tarafına kaç paraya neler alındığına, evin günlük iaşesinin tutarından, yeni geçilen Latin harf denemelerine, güncel siyasi olaylardan, memleket meselelerine nasıl baktığına, siyasi rakipleri hakkında neler düşündüğüne kadar çok geniş bir yelpazede tuttuğu kısa notlardan oluşuyor. Bir devleti başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yıllarca yönetmiş birinin, bıkmadan, tarz değiştirmeden 1919’dan 1973’e kadar kısa notlar tutmuş olması ilginç çağrışımlara sebep oluyor açıkçası.

Kişisel disiplini had safhada (asker kökenli olmasını hatırlatalım) olan biriyle karşı karşıyayız öncelikle. Bugünün siyasi liderleri bir yana, küçük bir oda başkanının bile hayatı artık kendinin olmaktan çıkıp, asistanların, özel kalem müdürlerinin kontrolüne giriyor. İnönü’nün kendi hayatını kontrol etme konusunda sonuna kadar direndiği anlaşılıyor. Nerdeyse bütün devlet işleriyle, hükümet icraatıyla, alışverişlerle, yabancılarla ve önemli kişilerle görüşme sonuçlarının kaydedilmesiyle bizzat kendisinin ilgilenmiş olması, İsmet Paşa’nın, var olduğu bilinen ve ona dair ilginç anıların anlatıldığı septik kişiliğinin sonucu olsa gerek. Notların genellikle çok kısa ve hatırlatıcı birkaç cümleden olması da, bunların ileriki kuşaklara bir mesaj bırakma ya da anı yazma maksadından çok, kendi kendisinin sekreterliğini yaptığını apaçık gösteriyor.

Not defterlerinin 1920, 21, 26, 31, 32, 33, 34, 38 ve 64 yıllarına ilişkin kısmı ‘Defterler’de yok. Atatürk’le aralarının fena halde bozuk olduğu, hatta ikisi arasında var olan ilişkinin boyutu anlatılırken “ölüm, öldürme, öldürtme” gibi ifadelerin geçtiği, Atatürk’ün son yılına, 1938’e ilişkin notların ortalıkta olmaması manalı bir vaziyet mi, yoksa tarihsel muammayı ortaya çıkarma fırsatı yakalamış bir araştırmacı/kitap için talihsizlik mi bilinmez.

İsmet Bey’in Milli Mücadele saflarına katılmakta epey isteksiz davranıp İstanbul’da geçirdiği günlerini bilardo ve satranç oynamayıp, aile ziyaretleri yapmakla, hastalıklarla doldurduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal’in, ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya Padişah tarafından gönderildiğini de (3 Mayıs 1919 tarihli not) öğreniyoruz (bakalım, onun Padişah’tan gizlice, ona rağmen ve tehlike altında gittiğini iddia eden birtakım bağnazlar buna ne diyecek). Bu arada, Ata’nın Samsun’a çıkıp binbir sıkıntı içinde kongreleri yapmaya başladığı günlerde, İsmet Bey’in İstanbul’da İngilizce dersleri alıp (26 Mayıs), kitap okuduğunu ve ‘Cenyo Birahanesi’nde arkadaşlarıyla iki kadeh içtiğini’ (9 Temmuz) anlıyoruz. İnönü’nün hayatında önemli dönüm noktasını oluşturan 1920 ve 1921 yıllarına ait notlar yok; bu dönemde İsmet Bey, İstanbul’da kalmakta bir müddet direnmiş, hatta bazı kaynaklara göre istiklal mücadelesi yerine mandacılığı savunmuş (bu mandacılık konusu 13 Ağustos 1924 tarihli, üstünü çizdiği notunda da ‘Amerika mandası’ ifadesiyle geçiyor), sonra gönülsüz de olsa savaşa katılmış, bu dönemde Çerkes Ethem’le aralarında önemli çatışmalar geçmiş, kendisine soyadını veren İnönü muharebelerini “yönetmişti”.

Bu arada 13 Ağustos 1922 pazar gününe ait notta İnönü ilginç bir ifade kullanmış: “Fevzi Paşa geldi. Halide Hanım kumandanları birbirine düşürüyormuş”. Savaş günlerinde cephede bulunduğunu bildiğimiz Halide Edip Adıvar, neden paşaları birbirine düşürsün ki! Bunun cevabını kısmen de olsa 22 Ağustos tarihli notta buluyoruz: “Bu gece Kemalettin Bey, Halide Hanım’la Salih Bey hakkında Recep Bey’le Doktor Refik Bey’in anlattıkları. Başkumandan’a aleyhte tertibat aldıran muhaveratı (konuşmayı) nakletmişler.”

Başkumandanlık Meydan Muharebesi ve izleyen günleri İnönü’nün kısacık yazdıklarından bile takip ederken heyecanlanmamak mümkün değil. Yunan’ın çekilirken önüne gelen her yeri Alaşehir, Turgutlu, Salihli, Bornova, İzmir.. yaktığını görüyoruz.

Cepheden gelip Lozan’a giden İsmet Paşa’nın, görüşmeler sırasında heyette bulunan Rıza Nur’la fikir ayrılığına düştüğünü, 4 Aralık 1922 notundan anlıyoruz. Notta, “Rıza Nur gönderilecek” diyor. Rıza Nur, sonraları Lozan hatıralarını yazıp, Türkiye’nin ve davanın orada İsmet Paşa tarafından satıldığını iddia edecekti.

Başbakan İnönü 1928 yılının nerdeyse tamamını, Latin harflerini ve yazım biçimlerini öğrenmekle geçirmiş. Harf ve kelime alıştırmalarını not defterlerine de kaydetmiş.

Notlarda, birkaç ay yaşayabilen Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ‘kotarılıp’ diktatöryal bir rejim görüntüsünden kurtulma çabalarına da rastlıyoruz. 20 Nisan 1930 tarihli notta, “Akşam Gazi ile Marmara’da. Yeni intihap. Muhalif fırka intihabı. Fethi Bey’in muhalefet riyasetini görüştük” diyor İnönü.

Notlarda 1935’ten itibaren yerinden alınacak veya bazı görevlere atanacak isimler geçmeye başlıyor. Bu nokta önemli gibi. Zira, İnönü’nün devlet kadrolarına kendine yakın isimleri getirmek istediği belli oluyor. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında büyük payın kendisine ait olduğuna başından beri inandığı anlaşılan İnönü, kendisi için yazılan bir dörtlüğü 1 Ocak 1923’te, üstelik Lozan görüşmelerinin sürdüğü sırada defterine almış. Dörtlük şöyle: İsmet Paşa’ya/Hûnı İsmet neşr iderkenseyf—i satfetle çekin/Askerin serdâr—ı âlî—şânı sendin çok yaşa/Azm—i kahhârınla hasmın oldu pâmâl—i celâl/Galibiyet bak bugün ardındadır İsmet Paşa... Dörtlükteki fikre katılıyor olmalı ki, İsmet Paşa bunu 1923 günlüğünün ilk sayfasına koymuş. Bu fikirdeki birinin gerek siyasi rakipleri, gerekse Atatürk’e karşı kadrolaşması kaçınılmaz. Görünen o ki Atatürk’le sürtüşmeye başlamalarının temel sebeplerinden biri İnönü’nün kadrolaşmaya gitmedeki ısrarı. Notların 18 Eylül 1937 olanından, Atatürk ile aralarında ihtilafa yol açan gelişmenin, Nyon anlaşması için giden Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’a, kendisi haricinde Atatürk’ün de talimat vermeye başlaması ve ardından başlayan tartışma olduğu anlaşılıyor. Bu, asıl sebep olmak yerine bardağı taşıran damla olarak görülmeli.

Atatürk’le ünlü kavgalarını ve ‘çekilme’ olayını, 18 Eylül 1937 tarihli notta detaya girmeden, “Akşam, Gazi, istasyondan hareket, çekilme kararı” şeklinde geçiştirmiş. Atatürk ölüp, İnönü cumhurbaşkanı olduktan sonra, ‘Şubat 1939’ ibaresiyle yazdığı günlükte, ilişkilerini ve kavgalarını, Atatürk’e bakışını, kendi yandaşlarının vaziyetini bir yerde özetliyordu: “Son seneler hükümet azasının ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için iptidai usuller kullanmak istedi. Hülasa Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü... (Başbakanlıktan ayrılma kararını) gizli tutalım derken, kendisi gece gündüz benden şikayet etti. Devletin maliyesini banka gibi bir hale getirmek huyumdan bahsetti... Bütün dikkatim yeni tertibin muvaffakiyetsiz ve antipatik olması ihtimaline mahal vermemek için dostlarıma hep sükun ve yardım tavsiye ettim. İlk anda Atatürk’e benim çekilmemin halkça iyi telakki olunduğu raporunu vermişler. Atatürk hakikatin tam zıddı olduğunu hadisat ile öğrendikçe çok şaşkın oldu... Stadyumda, konserde, sokakta bana tezahürat devam etti. Bir yere çıkamaz oldum. Stadyum tezahürü hakiki bir hadise oldu. Hayatım fazla gelmeye başladı... İstanbul’a geldiğimi istemiyordu. Temasa gelmekten katiyen çekiniyordu. Çok iyi muamele ediyordu. Hatırımı almağa çalışıyordu. Arada bir derin bir mahcubiyet ve muhabbet nöbetine uğruyordu. Fakat benden çekiniyordu.”

Burada önemli bir hususu es geçmemekte fayda var. Tarihimizin kara lekesi Varlık Vergisi’nin konulduğu 1942’ye ait notların, yayına hazırlayanlar tarafından kitaba konulmadığı iddia ediliyor. Çünkü konuya ilişkin İnönü’nün notlarında, azınlıklara karşı oldukça sert ifadeler varmış.

Milli Şef dönemini sona erdiren 1950 seçimlerini adeta bir hezimetle kaybeden İnönü’nün, o yılın son gününde günlüğüne düştüğü kısacık not, o kadar çok şey anlatıyor ki: “Üzüntüyü bırak, yaşamaya bak. Yazan Dale Carnegie. İstanbul Ahmet Halit Kitabevi”.

Notlarda Bülent Ecevit adı ilk kez 1958’in 5 Ağustosunda geçiyor: “17. deniz. 6 dakika. Ekrem Amaç, Bülent Ecevit, Artunkal”.

Tarihimizin elem veren olaylarından olan Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamına giden yolun açılışı, darbenin kokusu İnönü’nün günlüklerine sinmiş durumda. Notlarda 1958 Ağustosundan itibaren bazı asker isimleri ve ilginç ifadeler geçmeye başlıyor. Mesela 31 Ağustos’ta İnönü, “Güzide ordular” ibaresini koymuş. Keza hemen ardından 6 Eylül’de Menderes’in, Irak ihtilaline işareten, “İdam sehepalarında can verenlerden ders alsalar ya” sözüne, bir gün sonra İnönü, “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez” şeklinde cevap veriyordu.

Bazılarının demokratik ihtilal(!) olarak gördüğü 27 Mayıs darbesine yaklaştıkça, İnönü’nün notlarında albay, general, orgeneral sıfatlarıyla anılan isimlerin ilginç bir biçimde çoğalmaya başladığı farkediliyor. Mesela 31 Temmuz 1959’da emekli general Sadık, 10 Ağustos’ta Tümgeneral Kamil Arkut, 1960’ın 19 Martında Org. Abdülkadir Sevük gibi isimleri not etmiş. 21 Mayıs’ta, “Harbiye’nin büyük hareketi” notu düşülmüş. 27 Mayıs’taki darbe gününde, “İnkılap. Milli Birlik Komitesi ilanı. P. Yarbay Tevfik Ünlüer” notu var. İhtilali izleyen günlere dair notlarda, yarbaydan generale kadar birçok askerin ismi bulunuyor.

İsmet İnönü’nün 25 Aralık 1973’te 89 yaşında vefat etmeden önce, deftere yazdığı son cümleler şunlar: Kilo 58.500. Kahve altıda kusma. Yemeği yarım bıraktım. Akşama doğru Zafer Bey geldi. Mide rahatsızlığı. Senato’ya gitmedim. İstirahat. Çok hafif yemek”.

İstiklal mücadelesinden kuruluş çalışmalarına, mekanizmalarının oluşturulmasından iktidar çekişmelerine kadar bir rejimin canlı tarihini ilk elden öğrenmek için İnönü’nün defterleri bulunmaz bir fırsat. AHMET DİNÇ



Yaşadığı dönemin genel—geçer diktatör lider tipini temsilen “çevresinde” oldukça fazla denecek kadar isim oldu hep. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini, SSCB’de Stalin, sonraları bilumum Sovyet diktatörleri, Francolar, Enver Hocalar, Pehleviler... Özellikle, adını verdiği 1938—50 arasındaki Milli Şef döneminde, yukardaki isimlerin en ünlü ve en gaddar ilk üçüne özenmediğini söylemek, tarihe haksızlık etmiş olmaktan öte, tarihi doğru doneleriyle öğrenememe ve İnönücü kadroların öteden beri varolan çarpıtıcı propagandalarına râm olma halinin devamına sebep olacak.

İsmet İnönü’nün, çağdaşı olan meslektaşlarına benzeme konusunda özenti derecesindeki titizliğini, daha geniş ve derin bir yazı malzemesi yapmaya niyetlenen araştırmacılara bırakıp, son zamanlarda İnönüler hakkında en “içerden” yazılmış bir kitaba dikkat çekmek istiyoruz. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Defterler 1919—1973’ bizzat İsmet İnönü’nün günlük ve notlarından oluştuğu için, İnönüler’i daha yakından tanımak açısından bulunmaz bir imkân. Bayan İnönü’nün hayatını merkeze alan ‘Mevhibe’de bile bazı çetrefilli konularda süzgeç araçlarına başvurulmuş olduğu dikkat çekiyordu. Fakat Ahmet Demirel’in editörlüğünü yaptığı iki ciltlik Defterler’i okurken, adeta İnönü’nün can damarlarında, beyin kıvrımlarında dolaştığınızı hissetmeniz hiç şaşırtıcı olmaz. Onun sevinçlerini, acılarını, hüzünlerini, siyasi çekişmelerini, dost ve düşman bellediklerini, kısacası en yakınlarına bile söyleyemeyeceklerini satır satır okumak mümkün. Bu çok önemli ve alışılmadık bir durum. Çünkü, mesela Atatürk’ün hayatı sevgililerine, sofralarına kadar bilinirken, İnönü’nün nasıl yaşadığı, ne yiyip içtiği, hobilerinin veya fobilerinin neler olduğu konusunda, uç kanaatler dışında pek fazla objektif bilgi yoktu ortalıkta. İnönüler’in konumlarıyla tezat teşkil edecek şekilde, dışarıya karşı ketum bir görüntüleri olmuştur genellikle. Bu durum belki Mevhibe Hanım’ın kişilik veya tercihiyle, belki de İnönü’nün, terbiyesini aldığı Osmanlı’nın klasik âdâb—ı muâşeretini sürdürmüş olmasıyla açıklanabilir. Fakat bununla birlikte, çok az kaynakta geçen Ankara sosyetesi oluşturmaya çabalandığı 40’lı yıllarda violonsel dersleri, yabancı müzik, balo gibi yönelmelerle bu çizginin dışına çıktığı da biliniyor.

Defterler İnönü’nün hangi tarihte, hangi öğünde ne yediğinden, ne zaman başının ağrıdığına, çocuklarının doğumunda eşinin nasıl sancılar çektiğinden, çocuklarının okula başladığı ilk güne ve oğlunun düğününde kız tarafına kaç paraya neler alındığına, evin günlük iaşesinin tutarından, yeni geçilen Latin harf denemelerine, güncel siyasi olaylardan, memleket meselelerine nasıl baktığına, siyasi rakipleri hakkında neler düşündüğüne kadar çok geniş bir yelpazede tuttuğu kısa notlardan oluşuyor. Bir devleti başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yıllarca yönetmiş birinin, bıkmadan, tarz değiştirmeden 1919’dan 1973’e kadar kısa notlar tutmuş olması ilginç çağrışımlara sebep oluyor açıkçası.

Kişisel disiplini had safhada (asker kökenli olmasını hatırlatalım) olan biriyle karşı karşıyayız öncelikle. Bugünün siyasi liderleri bir yana, küçük bir oda başkanının bile hayatı artık kendinin olmaktan çıkıp, asistanların, özel kalem müdürlerinin kontrolüne giriyor. İnönü’nün kendi hayatını kontrol etme konusunda sonuna kadar direndiği anlaşılıyor. Nerdeyse bütün devlet işleriyle, hükümet icraatıyla, alışverişlerle, yabancılarla ve önemli kişilerle görüşme sonuçlarının kaydedilmesiyle bizzat kendisinin ilgilenmiş olması, İsmet Paşa’nın, var olduğu bilinen ve ona dair ilginç anıların anlatıldığı septik kişiliğinin sonucu olsa gerek. Notların genellikle çok kısa ve hatırlatıcı birkaç cümleden olması da, bunların ileriki kuşaklara bir mesaj bırakma ya da anı yazma maksadından çok, kendi kendisinin sekreterliğini yaptığını apaçık gösteriyor.

Not defterlerinin 1920, 21, 26, 31, 32, 33, 34, 38 ve 64 yıllarına ilişkin kısmı ‘Defterler’de yok. Atatürk’le aralarının fena halde bozuk olduğu, hatta ikisi arasında var olan ilişkinin boyutu anlatılırken “ölüm, öldürme, öldürtme” gibi ifadelerin geçtiği, Atatürk’ün son yılına, 1938’e ilişkin notların ortalıkta olmaması manalı bir vaziyet mi, yoksa tarihsel muammayı ortaya çıkarma fırsatı yakalamış bir araştırmacı/kitap için talihsizlik mi bilinmez.

İsmet Bey’in Milli Mücadele saflarına katılmakta epey isteksiz davranıp İstanbul’da geçirdiği günlerini bilardo ve satranç oynamayıp, aile ziyaretleri yapmakla, hastalıklarla doldurduğunu görüyoruz. Mustafa Kemal’in, ordu müfettişi sıfatıyla Anadolu’ya Padişah tarafından gönderildiğini de (3 Mayıs 1919 tarihli not) öğreniyoruz (bakalım, onun Padişah’tan gizlice, ona rağmen ve tehlike altında gittiğini iddia eden birtakım bağnazlar buna ne diyecek). Bu arada, Ata’nın Samsun’a çıkıp binbir sıkıntı içinde kongreleri yapmaya başladığı günlerde, İsmet Bey’in İstanbul’da İngilizce dersleri alıp (26 Mayıs), kitap okuduğunu ve ‘Cenyo Birahanesi’nde arkadaşlarıyla iki kadeh içtiğini’ (9 Temmuz) anlıyoruz. İnönü’nün hayatında önemli dönüm noktasını oluşturan 1920 ve 1921 yıllarına ait notlar yok; bu dönemde İsmet Bey, İstanbul’da kalmakta bir müddet direnmiş, hatta bazı kaynaklara göre istiklal mücadelesi yerine mandacılığı savunmuş (bu mandacılık konusu 13 Ağustos 1924 tarihli, üstünü çizdiği notunda da ‘Amerika mandası’ ifadesiyle geçiyor), sonra gönülsüz de olsa savaşa katılmış, bu dönemde Çerkes Ethem’le aralarında önemli çatışmalar geçmiş, kendisine soyadını veren İnönü muharebelerini “yönetmişti”.

Bu arada 13 Ağustos 1922 pazar gününe ait notta İnönü ilginç bir ifade kullanmış: “Fevzi Paşa geldi. Halide Hanım kumandanları birbirine düşürüyormuş”. Savaş günlerinde cephede bulunduğunu bildiğimiz Halide Edip Adıvar, neden paşaları birbirine düşürsün ki! Bunun cevabını kısmen de olsa 22 Ağustos tarihli notta buluyoruz: “Bu gece Kemalettin Bey, Halide Hanım’la Salih Bey hakkında Recep Bey’le Doktor Refik Bey’in anlattıkları. Başkumandan’a aleyhte tertibat aldıran muhaveratı (konuşmayı) nakletmişler.”

Başkumandanlık Meydan Muharebesi ve izleyen günleri İnönü’nün kısacık yazdıklarından bile takip ederken heyecanlanmamak mümkün değil. Yunan’ın çekilirken önüne gelen her yeri Alaşehir, Turgutlu, Salihli, Bornova, İzmir.. yaktığını görüyoruz.

Cepheden gelip Lozan’a giden İsmet Paşa’nın, görüşmeler sırasında heyette bulunan Rıza Nur’la fikir ayrılığına düştüğünü, 4 Aralık 1922 notundan anlıyoruz. Notta, “Rıza Nur gönderilecek” diyor. Rıza Nur, sonraları Lozan hatıralarını yazıp, Türkiye’nin ve davanın orada İsmet Paşa tarafından satıldığını iddia edecekti.

Başbakan İnönü 1928 yılının nerdeyse tamamını, Latin harflerini ve yazım biçimlerini öğrenmekle geçirmiş. Harf ve kelime alıştırmalarını not defterlerine de kaydetmiş.

Notlarda, birkaç ay yaşayabilen Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın ‘kotarılıp’ diktatöryal bir rejim görüntüsünden kurtulma çabalarına da rastlıyoruz. 20 Nisan 1930 tarihli notta, “Akşam Gazi ile Marmara’da. Yeni intihap. Muhalif fırka intihabı. Fethi Bey’in muhalefet riyasetini görüştük” diyor İnönü.

Notlarda 1935’ten itibaren yerinden alınacak veya bazı görevlere atanacak isimler geçmeye başlıyor. Bu nokta önemli gibi. Zira, İnönü’nün devlet kadrolarına kendine yakın isimleri getirmek istediği belli oluyor. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında büyük payın kendisine ait olduğuna başından beri inandığı anlaşılan İnönü, kendisi için yazılan bir dörtlüğü 1 Ocak 1923’te, üstelik Lozan görüşmelerinin sürdüğü sırada defterine almış. Dörtlük şöyle: İsmet Paşa’ya/Hûnı İsmet neşr iderkenseyf—i satfetle çekin/Askerin serdâr—ı âlî—şânı sendin çok yaşa/Azm—i kahhârınla hasmın oldu pâmâl—i celâl/Galibiyet bak bugün ardındadır İsmet Paşa... Dörtlükteki fikre katılıyor olmalı ki, İsmet Paşa bunu 1923 günlüğünün ilk sayfasına koymuş. Bu fikirdeki birinin gerek siyasi rakipleri, gerekse Atatürk’e karşı kadrolaşması kaçınılmaz. Görünen o ki Atatürk’le sürtüşmeye başlamalarının temel sebeplerinden biri İnönü’nün kadrolaşmaya gitmedeki ısrarı. Notların 18 Eylül 1937 olanından, Atatürk ile aralarında ihtilafa yol açan gelişmenin, Nyon anlaşması için giden Hariciye Vekili Tevfik Rüştü Aras’a, kendisi haricinde Atatürk’ün de talimat vermeye başlaması ve ardından başlayan tartışma olduğu anlaşılıyor. Bu, asıl sebep olmak yerine bardağı taşıran damla olarak görülmeli.

Atatürk’le ünlü kavgalarını ve ‘çekilme’ olayını, 18 Eylül 1937 tarihli notta detaya girmeden, “Akşam, Gazi, istasyondan hareket, çekilme kararı” şeklinde geçiştirmiş. Atatürk ölüp, İnönü cumhurbaşkanı olduktan sonra, ‘Şubat 1939’ ibaresiyle yazdığı günlükte, ilişkilerini ve kavgalarını, Atatürk’e bakışını, kendi yandaşlarının vaziyetini bir yerde özetliyordu: “Son seneler hükümet azasının ayrı kendisine çok bağlı olmasını düşünüyordu. Bunun için iptidai usuller kullanmak istedi. Hülasa Eylül 1937 kavgası oldu. Bu kavgada haksızlık esasında Atatürk’ündü... (Başbakanlıktan ayrılma kararını) gizli tutalım derken, kendisi gece gündüz benden şikayet etti. Devletin maliyesini banka gibi bir hale getirmek huyumdan bahsetti... Bütün dikkatim yeni tertibin muvaffakiyetsiz ve antipatik olması ihtimaline mahal vermemek için dostlarıma hep sükun ve yardım tavsiye ettim. İlk anda Atatürk’e benim çekilmemin halkça iyi telakki olunduğu raporunu vermişler. Atatürk hakikatin tam zıddı olduğunu hadisat ile öğrendikçe çok şaşkın oldu... Stadyumda, konserde, sokakta bana tezahürat devam etti. Bir yere çıkamaz oldum. Stadyum tezahürü hakiki bir hadise oldu. Hayatım fazla gelmeye başladı... İstanbul’a geldiğimi istemiyordu. Temasa gelmekten katiyen çekiniyordu. Çok iyi muamele ediyordu. Hatırımı almağa çalışıyordu. Arada bir derin bir mahcubiyet ve muhabbet nöbetine uğruyordu. Fakat benden çekiniyordu.”

Burada önemli bir hususu es geçmemekte fayda var. Tarihimizin kara lekesi Varlık Vergisi’nin konulduğu 1942’ye ait notların, yayına hazırlayanlar tarafından kitaba konulmadığı iddia ediliyor. Çünkü konuya ilişkin İnönü’nün notlarında, azınlıklara karşı oldukça sert ifadeler varmış.

Milli Şef dönemini sona erdiren 1950 seçimlerini adeta bir hezimetle kaybeden İnönü’nün, o yılın son gününde günlüğüne düştüğü kısacık not, o kadar çok şey anlatıyor ki: “Üzüntüyü bırak, yaşamaya bak. Yazan Dale Carnegie. İstanbul Ahmet Halit Kitabevi”.

Notlarda Bülent Ecevit adı ilk kez 1958’in 5 Ağustosunda geçiyor: “17. deniz. 6 dakika. Ekrem Amaç, Bülent Ecevit, Artunkal”.

Tarihimizin elem veren olaylarından olan Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idamına giden yolun açılışı, darbenin kokusu İnönü’nün günlüklerine sinmiş durumda. Notlarda 1958 Ağustosundan itibaren bazı asker isimleri ve ilginç ifadeler geçmeye başlıyor. Mesela 31 Ağustos’ta İnönü, “Güzide ordular” ibaresini koymuş. Keza hemen ardından 6 Eylül’de Menderes’in, Irak ihtilaline işareten, “İdam sehepalarında can verenlerden ders alsalar ya” sözüne, bir gün sonra İnönü, “Sehpalar kurulursa nasıl işleyeceğini kimse bilemez” şeklinde cevap veriyordu.

Bazılarının demokratik ihtilal(!) olarak gördüğü 27 Mayıs darbesine yaklaştıkça, İnönü’nün notlarında albay, general, orgeneral sıfatlarıyla anılan isimlerin ilginç bir biçimde çoğalmaya başladığı farkediliyor. Mesela 31 Temmuz 1959’da emekli general Sadık, 10 Ağustos’ta Tümgeneral Kamil Arkut, 1960’ın 19 Martında Org. Abdülkadir Sevük gibi isimleri not etmiş. 21 Mayıs’ta, “Harbiye’nin büyük hareketi” notu düşülmüş. 27 Mayıs’taki darbe gününde, “İnkılap. Milli Birlik Komitesi ilanı. P. Yarbay Tevfik Ünlüer” notu var. İhtilali izleyen günlere dair notlarda, yarbaydan generale kadar birçok askerin ismi bulunuyor.

İsmet İnönü’nün 25 Aralık 1973’te 89 yaşında vefat etmeden önce, deftere yazdığı son cümleler şunlar: Kilo 58.500. Kahve altıda kusma. Yemeği yarım bıraktım. Akşama doğru Zafer Bey geldi. Mide rahatsızlığı. Senato’ya gitmedim. İstirahat. Çok hafif yemek”.

İstiklal mücadelesinden kuruluş çalışmalarına, mekanizmalarının oluşturulmasından iktidar çekişmelerine kadar bir rejimin canlı tarihini ilk elden öğrenmek için İnönü’nün defterleri bulunmaz bir fırsat.