Monday, November 26, 2007

Güvenim kalmadı ki

http://www.sabah.com.tr/2007/10/10/haber,E0310F980D3344109E58D4A567D61439.html

Emre Aköz , Sabah , 10.10.2007

Güvenim kalmadı ki

Bazı okurlarımız mesaj gönderdi: " Şehitler hakkında niye yazmadınız? " Ne yazayım?
Artık dudaklarımızın arasından ya da kalemlerimizin ucundan dökülecek her cümle bir klişeye dönüşmüş durumda.
Klişe yani " kalıp söz ". Defalarca tekrarlanmış ibareleri, bir kez daha seslendirmekten başka ne yapıyoruz?
Belli başlı gazetelerin dünkü başlıklarını hatırlayalım: " Yüreğimiz yandı ...
Türkiye'ye ateş düştü ... 70 milyon evlatlarına ağlıyor... Kalbimizdeki kahramanlar ... Durdurun artık bu gözyaşlarını ... Sözün bittiği nokta ... Son fotoğraf ..."
Bunların istisnasız hepsini daha önce de söylemedik mi? " Şehitlerin kanı yerde kalmayacak " ya da " Teröristler döktükleri kanda boğulacaklar " demedik mi?
Peki sonra ne oldu?
Askerlerin kanı yerde kaldı mı? Kaldı ! Polislerin, korucuların, köylülerin, kentlilerin, memurun, esnafın, kadınların, erkeklerin, büyüklerin, küçüklerin hatta bebeklerin kanı yerde kaldı mı? Kaldı !
Yaşları 20 civarındaki gençler infial halinde. " Hemen sınır ötesi operasyon yapılsın, örgüte günü gösterilsin " diyorlar.
Yapıldı, 1990'ların ortasında defalarca yapıldı. Tanklarla, uçak ve helikopterlerle girildi. Günlerce Kuzey Irak'ta kaldı ordu. Üç-beş terörist öldürüp döndü.
Üstelik bunlar yapıldığında orada ne ABD vardı, ne de onun desteğinde bir Kürt devleti kuruluyordu.
" Birlik ve beraberliğimizi futbolcular maça çıkarken siyah bantlar takarak göstersin " diyor başka gençler.
Bugün her lig maçı öncesi, dünyada benzeri olmayan bir uygulamayla, niye İstiklal Marşı okunuyor sanıyorsunuz? Çünkü benzeri öneriler daha önce de yapıldı ve uygulandı.
" PKK'nın uzantısı DTP, Meclis'ten atılsın " diyor bazıları... O da yapıldı arkadaşlar, o da yapıldı. 1994'te dokunulmazlıkları kaldırılan DEP milletvekilleri yaka paça gözaltına alındı; yıllarca hapis yattılar.
Bugün sizin " ilginç fikir ", " etkili önlem ", " anlamlı tepki " sandığınız şeylerin hiçbiri yeni değil. Dedim ya: Hepsi klişe; hepsi söylendi, hepsi denendi.

Tarihsel geçmişi var bu sorunun: 19'uncu yüzyıla uzanıyor. 1923'te Cumhuriyet kurulduktan sonra da bitmiyor. Defalarca yazdım: Atatürk döneminde irili ufaklı 16 isyan saymış konuyu inceleyenler.
En sakin dönem 1950-60 arası. Sonra yavaş yavaş tekrar başlıyor.
1970'lerdeki mayalanmadan sonra 1984'te patlıyor. Bugüne kadar, yani 23 yıldır da sürüyor.
Dile kolay: 23 yıl önce Güneydoğu'dan sağ salim dönenler, bugün oğullarını gönderiyor savaştıkları bölgeye ve her gün " Acı haber gelmesin " diye dua ediyorlar.
Hükümetler geliyor gidiyor, Genelkurmay Başkanları geliyor gidiyor, hatta arada Apo yakalanıp cezaevine konuluyor ama sorun devam ediyor.
" Apo'yu asmayacağız, ondan yararlanacağız " dediler. Değişen bir şey olmadı. Hatta sorun, ABD faktörü yüzünden daha da karmaşık hale geldi.
Velhasıl arkadaşlar, benim bu işin biteceğine dair inancım, güvenim, umudum filan kalmadı.
Bu şartlarda ne yazayım?

Laik devletin dini bayramı

http://www.sabah.com.tr/2007/10/12/haber,28C20FF50BA94EA6918A35E3002792E0.html

Emre Aköz , Sabah , 12.10.2007

Laik devletin dini bayramı

Bayramınız kutlu olsun! Bu güzel dilekten sonra gelin biraz kafa karıştırıcı konulara girelim.
Mesela şöyle bir soru: Acaba "Türkiye laiktir, laik kalacak" diye meydanlarda slogan atan vatandaşlarımız bugün ne yapıyor?
"Bunu bilmeyecek ne var" diyeceksiniz, "Onlar da bayramlaşıyor, onlar da büyüklerini, akrabalarını, dostlarını ziyarete gidiyor... Bazıları ise bayram tatilinden yararlanarak yurtiçinde ya da dışında geziye çıkmış durumda."
"Ne tatili, niye çalışmıyorlar ki..." diye sorsam, bu kez kızacaksınız: "Bayram tatili, bayram. Resmi tatil ya bugün..."
Hah, işte ben de onu diyecektim: Ramazan ve Kurban Bayramları, dini bayramlar değil mi? Evet. Öyle oldukları apaçık...
Peki nasıl oluyor da laik devlet, dini bayramları " resmi tatil " ilan ediyor?
Yanlış anlamayın: Benim bu iki dini bayrama denk gelen günlerin, resmi tatil olmasına en ufak bir itirazım yok.
Ama bugüne kadar, laiklik konusunda mangalda kül bırakmayanların da, " Laik bir devlette, dini bayramlar resmi tatil olamaz... Biz çalışmak istiyoruz " dediğini hiç işitmedim.
"Tutarlı" olmak için birkaç cılız ses çıkmıştır sağda solda ama benim kulağıma gelmedi. Maşallah hepsi tatillerini yapıyor.
Yukarıda "tutarlı" dedik ya... Kimsenin tutarlı olmak gibi bir derdi yok aslında. Bu yüzden "laiklik" sloganları atanları "fikirsel açıdan" hiç ciddiye almadım.
"Diyanet İşleri" devletin en büyük kurumlarından biri olarak ortada dururken, hangi laiklikten söz ediyorlar Allah aşkın?

Fırsat çıkmışken biraz da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) son kararından söz edelim.
Biliyorsunuz okullarda "Din ve Ahlak Kültürü" dersi var. Teorik olarak bunların birer ' kültür' yani ' bilgilenme' dersi olması gerekiyor.
Halbuki pratikte bunlar "din eğitimi" dersi olarak okutuluyor. Dualar ezberleniyor. Hatta hocalar öğrencileri camilere götürüp nasıl aptes alındığını gösteriyor.
Böyle olduğu için de Hıristiyan ve Musevi ailelerin öğrencileri derslerden muaf tutuluyor.
Ancak AİHM'ye başvuran bir Alevi vatandaşımız itiraz etmiş: "Bu zorunlu derslerde sadece Sünni İslam öğretilmekte ve tatbik edilmekte."
AİHM de "Ey Türk devleti... Böyle ders kitabı olmaz. Madem kültür dersi veriyorsun, hani diğer dinler ve mezhepler yok? Hem zaten bunun bir kültür dersi olmadığı, diğer dinlerden çocukların muaf olmasından belli" diyor.
Yani AİHM, "tutarlılık" arıyor.
Ama bulamaz! Mümkün değil.
Bizimkisi "çelişkiler" devleti.
Bir yandan inançlı halk bastırıyor: "Çocuğuma dinini öğret... Sen öğretmezsen, bırak ben bir yolunu bulayım..."
" E o zaman sivil toplum kendisi halletsin " diyorsunuz... O da mümkün değil: Hem " Tevhidi Tedrisat " ( Eğitimin Birliği ) Kanunu'na aykırı, hem de tarikat ve cemaatlerden korkuluyor.
Sonuç: Halkın talebine cevap verebilmek ve aynı zamanda dini kontrol altında tutabilmek için laik devletimiz "kültür dersi" kisvesi altında "din eğitimi" yapıyor.
Ama aynı devlet... Kendisi böyle bin bir "maske" takarken... Açık Öğretim Fakültesi sınavına, türban yasak olduğundan "perukla" giren öğrencinin kağıdını iptal ediyor.
Bayramınızı bir kez daha kutlarken uyarmak isterim: Fazla 'şeker' sağlığa zararlıdır.

Hoca efendi mi, Papaz efendi mi ?

http://www.sabah.com.tr/2007/11/26/haber,03B441DAA89D44D9ADA28CAE1418BF06.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 26.11.2007

Hoca efendi mi, Papaz efendi mi?

ŞİMDİ moda, insanları " cehennemlik olursun" diye korkutmak, endişelendirmek. Eskiden bunu, hacı-hoca takımı yapardı. Bugün ise, "laiklik bekçiliğine" soyunanlar korkutma görevini devraldı. Tabii onların sözleri, korkutmuyor; güldürüyor... Düşündürüyor; ilim irfan yoksulluğu sebebiyle can sıkıyor.
Erbakan'ı bu konuda az mı eleştirmiştik. "Bizden olmayanlar, patates dinindendir" cümlesi unutulabilir mi?
Artık, İlhan Selçuk (Cumhuriyet), Özdemir İnce (Hürriyet) gibiler, dini referansla ahkâm kesiyorlar. Onlara göre, "Türbanı, flamaya dönüştürüp, siyaset sahteciliğinin en büyüğünü yaparak, Müslümanlık taslayanların topu cehennemlik." Bu muhakeme tarzı daha ilk satırda çöküyor. Büyük çoğunluk, inancı gereği ve kendi tercihiyle örtündüğünü söylerken, siz nasıl "Kafana başörtüsünü siyasi flama olarak takıyorsun" iddiasını dile getirebilirsiniz?
Katolik öğretide Kilise, yeryüzünde "İsa'nın gölgesi", "değişmez doğruların" tek hâkimi olduğu için, günah işlediğini düşünenler, papaza gider, günahlarından arınıp cennetlik olurlar. Zaten, vaftiz de dünyaya "günahkâr" olarak geldiği farz edilen insanın temizlenmesidir.
İslâmiyet'te, Kilise benzeri bir mekanizma mevcut değildir ve kimin cehennemlik olacağının takdiri ise, Yüce Allah'a aittir. Bu yüzden, İlhan Selçuk'un "Cehennemlik olacaksınız" tehdidi, Türkiye'nin sosyolojik gerçeğiyle bağdaşmadığı gibi, İslâmiyet'in tabiatıyla da uyuşmuyor. Dolayısıyla İlhan Selçuk'a "Hoca efendi" yerine, "Papaz efendi" demek belki de daha doğru olacak.

Komutanlardan acı itiraflar

http://www.sabah.com.tr/2007/11/08/haber,9BF424DD4EFD4E7AA7B687C635516592.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 08.11.2007

Komutanlardan acı itiraflar

Gazeteci Fikret Bilâ, üst düzey komutanlarla bir dizi söyleşi yaptı.
Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç Yalman'dan sonra, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Org. Kenan Evren de, Kürt meselesinde yanıldığını itiraf ediyor. Yalman, "Biz Kürtlere Türklerin bir kolu diyorduk. Karda yürürken kart-kurt diye ses çıktığını, Kürt lafının buradan geldiğini düşünüyorduk. Sosyal talepleri bile yıkıcı faaliyetler olarak değerlendiriyorduk" diye günah çıkarıyor. Kenan Evren daha da ileriye gidiyor; yeni önerileri var. 12 Eylül döneminde konulan Kürtçe yasağını eleştirdikten sonra, "Güneydoğu'da hizmet verecek memurların Kürtçe bilmesi lazım" noktasına kadar, özgürlüklerden yana tavır koyuyor. Diyarbakır Cezaevi'ndeki ağır işkencelerden ise, haberi olmadığını söylüyor.
Bir insan, vicdan muhasebesi yapabilir; eskiden hatalı davrandığı sonucuna da varabilir. Ama, Aytaç Yalman ve Kenan Evren'in yegâne hataları, Kürt meselesindeki yanlış değerlendirmeleri değil. Onlar, siyasette de söz sahibi olmaya çalıştılar. Zaten Evren, oldu da. Aytaç Yalman ise, -Deniz Kuvvetleri Komutanı Ora. Özden Örnek'in anılarından öğrendiğimize göre-, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün demokratik duruşu olmasa, 2003'te AK Parti'ye karşı düzenlenecek bir darbenin başını çekebilirdi.
Eğitimleri gereği, kendilerine benzemeyen yabancı unsurları "düşman" gibi gören askerlerimiz, gri tonları kolayca fark edemez. Bu yüzden sık sık olaylara yanlış teşhis koymaları mümkündür. Sorun, yanlış teşhisten değil, görüşlerini uygulamaya ve herkese dayatmaya kalkışmalarından kaynaklanıyor; teşhisi yanlış koymakla yetinmiyorlar, devletin resmi ideolojisinin ana unsuru haline getiriyorlar.
Diyarbakır Cezaevi'nde ortaya çıkan işkencenin temelinde de yanlış teşhis yatıyor. Evren, "Ben işkence emri vermedim. Haberim de yok" diyor. Emre ne gerek? Kürtçe'yi bile yasaklarsanız, gardiyanlar, "Kürtler, yok edilmesi gereken mahlûklardır" diye düşünmeye başlamaz mı? Ve, kurduğunuz otoriter rejimle, basın hürriyeti de ortadan kalkınca, ülkenin dört bir tarafında cereyan eden nahoş hadiselerden nasıl haberdar olacaksınız?

Klasik Türk müziği - Yassah - 1934 - 8 ay


http://www.sabah.com.tr/2007/11/26/haber,A55953DB318647388434024B47FF5EFA.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 26.11.2007

Türk musikisi ve patlıcanın fazileti

Gecenin geç saatleri... Sessizlik içinde yükselen nameler:
"Ölürsem yazıktır sana kanmadan
Kolların boynumda halkalanmadın..."
Ardından bir başkası:
"Solsan da sararsan, gene gül pembe dehensin
Rabbin bana bir nimeti varsa o da sensin..."
Ve sonra bir tane daha:
"Şarkılar seni söyler dillerde name adın
Aşk gibi sevda gibi huysuz ve tatlı kadın..."
Bu muhteşem melodileri dinlerken tatlı bir uykuya dalıyorsunuz. Bir kâbusla uyanıyorsunuz: Sene 1934 ve Türk musikisi radyolarda yasaklanmış. Gerçi 8 ay sonra yasak kaldırılıyor ama, bugün hâlâ Bizans kültürünün katkısıyla oluşan Türk Klasik Musikisi'nden, üstelik "Batıcılık" adına vazgeçilmesinin mantığını anlayabilmiş değiliz.
Hatırlayalım: 1925 yılında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın emriyle, Darülelhan'ın (Melodiler evi) Türk Musikisi şubesi kapatıldı; adı da konservatuar olarak değiştirildi. Tam 50 yıl Türkiye'deki konservatuarlarda sadece Klasik Batı müziği öğretildi. İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuarı ancak 1975 yılında kuruldu.
Ulus devlet yaratılırken, kültürel değerlerimizden acımasızca koparıldık. Bana "Hiç Kimsenin Cumhuriyeti" (Ütopya Yayınları) kitabını gönderen Kadir Cangızbay, eserinde, yaşanan yanlışları izah etmeye çalışıyor. Cangızbay tek tip insanın peşinde koşmanın sakıncasını bir benzetmeyle açıklamış: "...Diyelim ki patlıcanın, ancak patlıcan olarak sofraya getirilebildiği, sırf buna izin verildiği, bunun teşvik gördüğü bir yerde, hünkârbeğendinin hiçbir zaman varlık kazanamayacağı aydınlatıcı olacaktır."
Hünkârbeğendi, karnıyarık, imam bayıldı gibi farklı lezzetlerden tat almak yerine, mor bir patlıcanın faziletlerini öğrenmek mükellefiyetinde bırakıldığınızı düşünün!!!

.....

Monday, November 5, 2007

YALANLAR ÜLKESİ - SINIR


http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=97494,10,2

Engin Ardıç , Akşam ,
06.11.2007

Şeytanın sor dediği



Günümüzde, güney sınırımızın “yanlış çizildiğini” düşünmeyen kalmadı gibi bir şey...

Eskiden bunu söylemeye kalkanın ossaat hayatını kaydırırlar, anasını ağlatırlardı. Türkiye nereden nereye gelmiş...

Elbette, “yanlış çizim” deyince Kürt ayrılıkçıları çok başka bir şey anlıyorlar.

Peki biz ne anlıyoruz?

“Sınırlar yeniden çizilmelidir” sözünü, Türk milliyetçileri de elbette “yeni sınırlarımız Musul ile Kerkük’ü de içine almalıdır” şeklinde anlıyorlar.

Vallahi iyi olur, alabiliyorsanız... Viyana’yı aldınız da biz size niçin aldınız mı dedik?

Peki o zaman sorun nedir? Birkaç kilometrelik küçük bir “düzeltme” mi? Yani sınır dağın tepesinden değil de güney eteğinden geçecek, böylece “hatt-ı bâlâ”ya biz hakim olacağız, PKK bitecek.

Bu mudur yani? Gençlerin gözde deyimiyle.

Son olarak, bir emekli memur gazetesinin “konuşan emekli paşalar” yazı dizisinde, İsmail Hakkı Karadayı Paşa da konuşmuş. Diyor ki, “bu sınır İngiltere’nin yaptığı bir iş... İleriyi düşünerek yapmışlar... İleride sorun çıksın diye...”

Karadayı Paşa, Suriye sınırımızın da yanlış çizildiğini, Suriye topraklarının çeşitli yerlerde bize doğru cep şeklinde girintiler yaptığını, oralarda petrol olduğunu söylüyor... Suriye devleti o girintilerde petrol çıkarıyor, bizim tarafta petrol yok!

Aşkolsun paşam, biz o sınırın Lausanne’da (pardon, Lozan mı yazmalıydım?) anlı şanlı İsmet Paşa tarafından yılmaz bir mücadeleyle ve büyük bir başarıyla elde edildiğini sanıyorduk!...

Eğer sizin dediğiniz gibi sınırı İngilizler yaptılarsa, bize niçin yalan öğretildi? Biz sınırın “muhataralı” olan kısmının yalnızca Irak tarafı olduğunu duymuştuk.

Af buyurun ama, bu “İngiliz çizgisi” niçin kabul edilmiştir paşam, devlet kurucu büyüklerimiz tarafından?

Çünkü savaş çıkardı, Yunan ordusunu yenmiştik ama İngiliz ordusunu yenemezdik, falan filan.

Yahu biz kurtuluş savaşını “yedi düvele karşı” vermemiş miydik? O düvellerden birinden sonradan niçin çekinmiştik? Hani bileğimizi kimse bükemezdi?

Yoksa bu işin sonunda İdris Küçükömer mi haklı çıkacak paşam?

Yoksa “İngilizler, Bolşevik Rusya’ya karşı oluşturmak istedikleri tampon devlet için önce Büyük Yunanistan projesini denediler, sökmeyeceğini anlayınca tampon bölgeyi Anadolu içlerine doğru genişletip bağımsız bir yeni Türk devleti çözümünü desteklediler” görüşü doğru mudur?

Anlı şanlı Ankara hükümeti, eloğlunun hinoğlu hin sınır numarasını nasıl olmuştur da yemiştir paşam?

Eee, bu başarı mıdır yani?

“Bizi keleğe getiriyorlar, yutmayın” diyen muhalefet niçin ve nasıl susturulmuştur?

Sözüm meclisten dışarı, ortada bir “muvazaa” mı vardır? Bir bedel mi ödenmiştir?

Hatay niçin hemencecik bırakılmıştır? Bu başarı mıdır? Yoksa Fransa’yla da muvazaalı bir durum mu vardı?

Acaba Batı Trakya’daki Müslüman Türk halkını da niçin Yunanistan’ın eline terkettik? Niçin Doğu Trakya Misak-ı Milli’ye dahildir de Batı Trakya’dan vazgeçilmiştir?

“1914 sınırı esas alındı” diyeceksiniz. Güney sınırı 1914 sınırı mı? Batıda sökmemiş, güneyde sökmemiş, ne anladım ben bu işten?

Asıl merak ettiğim de, Hasan Efendi bu kez bana nasıl küfür edecek acaba? “Bitki” mi diyecek?

YALANLAR ÜLKESİ - Yok sayma - Hiçe sayma

http://www.aksam.com.tr/yazar.asp?a=97449,10,2

Engin Ardıç , Akşam , 05.11.2007

Ah paşam...



Elbette ben de takıldım, Aytaç Yalman Paşa’nın o “kilit” cümlesine... “Kürt yoktur diye eğitilmişiz” dedi.

Karda yürürlermiş de kart kurt diye ses çıkarmış, “dağ Türkleri’ne” o isim oradan verilmiş... Bu gibi saçmalıkların bizi getirip bıraktığı nokta bu işte.

Sizi hiç olmazsa yanlış eğitmişler, bizi hiç eğitmediler paşam.

Tarih dersinde “meşrutiyet dönemine” pek vakit kalmazdı yıl sonuna doğru, üniversitede de Devrim Tarihi, yalnızca son sınıfta, en sıradan hocanın verdiği en kelek dersti, “averaj yükseltmeye yarayan”, hani diş koruma, elişi falan gibi...

Ah paşam, Kemal Tahir olmasaydı (sizin onu pek sevdiğinizi de sanmam), ne dünya savaşında Süveyş Kanalı’na hem de iki kere saldırdığımızı öğrenebilecektik, ne de Mezopotamya cephesini...

Savaşın son günlerinde bastırıp Baku’ya bile girmişiz de onu dahi öğretmediler bize paşam. Başarımızı da saklamayı başarmışlar!

Kurtuluş savaşımızın ilk günlerinde, Ege köylüsünün, bir yandan on yıllık sürekli savaşın verdiği yorgunluk ve bıkkınlık, öbür yandan direnişte halkın hiç sevmediği “İttihatçı parmağı” olduğu kuşkusuyla, Yunan ordusuna pek de o kadar karşı koymamış olduğunu hatırlatan Yorgun Savaşçı’nın romanı yasaklanmış, filmi yakılmıştı, hatırlayacaksınız...

Ki, o roman, çeteleri küçümseyen, “düzenli orduya geçişi” öven bir romandı, bunu bile anlamamışlardı paşam sizin bürokrat arkadaşlarınız...

Paşam, ben 1924 yılında bir “nüfus mübadelesi” yapıldığını, kalan Rum halkın gönderildiğini de otuz beş yaşımda öğrendim, Murat Belge sayesinde.

Bırakın bu konuları araştırmak (kitap nereden bulacaktık?), Rumca şarkı çalmak dinlemek bile yasaktı.

Paşam, Atatürk’ün aşırı sigara ve kahve içmekten hem de iki kere kalp krizi geçirdiğini de elli beş yaşımda öğrendim, Andrew Mango’nun kitabından!

Attila İlhan olmasaydı, Fikriye Hanım’ı da bilmeyecektik.

Tabular yalnız Kürt meselesiyle mi sınırlı paşam?

Her Türk aydını, hatta okuma yazma bilen her Türk vatandaşı Nutuk’u mutlaka okumalı, ama ona bir kutsal kitap gözüyle bakmamalıdır, çünkü o zaman dincilerden farkı kalmaz, diyorum... Adam bana küfür ediyor paşam. Bu kadar hainlik, bu kadar bağnazlık, bu kadar körlük olur mu?

Bu gibi zavallılar kimbilir iki gündür size de ne küfürler etmişlerdir paşam, “Kürt varlığını” kabul ettiğiniz için.

Niçin paşam, niçin hiçbir şey öğretilmedi bize, öğretilen de yalan yanlış?... Şimdi öğretmeye çalışana da niçin hakaretler yağdırılıyor paşam?

Niçin tabulaştırıldı her şey, niçin saklandı, gizlendi, örtbas edildi, çarpıtıldı?

Niçin bu ülkede gerçekleri söylemek her türlü belaya hazırlıklı olmayı gerektiriyor paşam?

Falih Rıfkı, hepimizden çok daha Atatürkçü olan Falih Rıfkı, “Çankaya” isimli eserinde “İzmir’i niçin yakmıştık?” diye soruyor, bu cümle Çankaya’nın yeni baskılarından çıkarılıyor paşam... Kemalistler, en Kemalist Falih Rıfkı’yı bile sansür ediyorlar paşam.

Hani Atatürkçülük demek, gerçekçilik, çağdaşlık demekti paşam?

Tövbe, bize birşeyler öğretildi tabii... “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuz” öğretildi. Hayatın içine girince imtiyazı da, sınıfı da, Hanya’yı da, Konya’yı da gördük, kaynaşmış kitleyi de şehit tabutu geldikçe anlıyoruz.

Bu işin sonu nereye varacak paşam? Yazık değil mi bu ülkeye paşam? Hep istiskale mi uğrayacağız paşam? Hep mi yenileceğiz paşam?

Siz emekli oldunuz, ben de bezdim.

Gebersem de şu Babıali denilen yılanlı çukurdan kurtulsam, diyorum zaman zaman.